Fatih’in kadim semti Kıztaşı’nın mahalleleri sonbaharda bir başka güzeldir. Varlığını koruyan tarihi lezzetler, küçük işletmeler semtin ruhunun mihenk taşıdır. İlk akla gelenlerin başını mahalle fırını çeker. Fırıncının güler yüzü, nezaketi, hayata bakış açısı ekmeğe lezzet, bereket katar. Fırından çıkıp köşeyi dönünce gözüme duvar dibinde istiflenmiş odun yığını çıkıyor. Neredeyse ah çocukluğum diye sarılıp bir de fotoğraf çektireceğim. Duyduğum neşeyi tarif etmem imkânsız.
Her şeyin yapaylaştığı, sağlığımızı tehdit ettiği dünyamızda doğal bir şeyler görünce, odun bile olsa şükran duyasımız geliyor. Odun deyip geçmeyin, seksenlerin hatta doksanların başlarında bir Pazar klasiğidir. Yarı uykulu gözlerle, sırtımda mandolin müzik kursuna giderken, neredeyse her mahalle arasında iki üç evin önünde odun yığınları görür, odun taşımak mı mandolin telleri mi daha keyifli diye de düşünürdüm. Genel anlamda keyifli olsa da nadiren tatil günlerinde sabahın erken saatinde kurs yollarına düşmek çok da sevimli gelmeyen klasiklerden.
Biz yine odun bahsine dönecek olursak, kendi evimizde odun taşıtmazlardı. Ama neden yani yaşıtlarımdan geri kalacaktım. O da bir şerefti, tüm çocuklar taşır da ben niye seyirci kalayım. Öyle göze batmadan, başkalarının odununa, meraktan da olsa el atmışlığım vardır. Büyükler nazlı görüp kırmamak için bir iki parça oyalama odunu tutuştursa da ayağımız alıştıkça yükü artırmak bize özgüven verirdi. Hayat yüklerini omuzlamak, yardımlaşma duygusu belki de mahalle arasında küçümsediğimiz nasihatler, birçoklarının küçümsediği işleri yaparak kazanılıyordu.
Çocukluğumun kaloriferli evlerde geçen kışları yaşanmamış gibidir. En güzel hatıralarımın kahramanlarındandır soba. Gazlı soba, anneannemin odun sobası, kuzineli sobalar, soba sahibi olmak da bugünün akıllı telefon teknolojisi gibi bir şeydi. Çok eskilere gidince çini işlemeli antika sobalar. Çeşit çeşit fiyatına göre değişen sobaların da trendleri vardı. Sonbaharla birlikte sezon açılır, soba malzemesi satan dükkânlar gündelik hayatın renkleridir. Soba altına kestirilen mermer parçaları… Çamaşır kurutma aparatları hatırımda kalanlar.
Odunları mis gibi kokusunu içine çekerek taşımak çok da zor değildi. Bizler için her şey muziplikten ibaret olsa da yetişkinler için zahmetli olsa gerek. Sobayı kur, borularını temizle… Rahmeti zahmetinden fazla gelmiştir. Bir eve misafirliğe gidince burnunuza gelen peksimet ıhlamur kokularının keyfini yaşayan bilir. Sert kışların geçtiği yıllarda, akşam karanlığını aydınlatan buzlu yollarda güle oynaya eve koşup sobanın arkasında Susam Sokağı’na yetişmenin sıcaklığı bir ömür yüreğimizi ısıtmaya yetecek. Soba üzerine mandalina, portakal kabuğu koyup bugünün modası doğal tütsüyü elde etmek, kolonya döküp mikropları kırmak, odanın kokusunu değiştirmek… Birlikte yaşamasanız bile mutlaka ailede, çevrede olan bir aile büyüğünün etrafında çember yapıp soba etrafında dinlenen masallar, huzur sohbetlerinin temeli, sobanın kültürel fonksiyonlarındandı. Ve erkenden yatağa girip tavana vuran sobanın ateşi ile oyun oynayarak huzurla mışıl mışıl uyumak.
Bir zamanlar elimizin altında olan sobalara ulaşmak için şimdilerde arabalara binip en az kırk dakika yol kat edip, köy kahvaltısı, balıkçı lokantası nerede bir şirin soba buluruz da başında otururuz telaşı içindeyiz. Çoğu zaman da hayallerimizin içindedir. Eh bazen de çocukluğumuz bir mahalle arasında duvar dibinde bizi sevgiyle kucaklamaya hazır. Yeter ki bakmasını bilelim…