Warning: Use of undefined constant full - assumed 'full' (this will throw an Error in a future version of PHP) in /home/yenirady/yakuptutum.com.tr/arsiv/wp-content/themes/iyi tema/header.php on line 147
  RÖPORTAJLAR
  • İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
    İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
  • Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
    Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
  • İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
    İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
  • Nâzım Tektaş ile Mülakat
    Nâzım Tektaş ile Mülakat
  • Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
    Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
  • Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
    Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
  • Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
    Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
  • İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
    İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
  • İhsan Kurt ile Mülakat  
    İhsan Kurt ile Mülakat  
  • Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)
    Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)

Nâzım Tektaş ile Mülakat
Eklenme Tarihi: 23 Mart 2022, Çarşamba 01:29 - Son Güncelleme: 23 Mart 2022 Çarşamba, 01:29
Font1 Font2 Font3 Font4



Nâzım Tektaş ile Mülakat
Mehmet Nuri Yardım

 

 

Yayın dünyamızın kıymetli mensuplarından ve emektarlarından, Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı’nın ilk yayıncı ve kitapçılarından, Burak Yayınları ve Çatı Kitapları’nın kurucusu olan Nazım Tektaş Beyefendi ömrünü kitaba, yayıncılığa ve yazarlığa adamış bir şair, yazar, yayıncı ve kültür adamıdır.

         

1945 Yozgat’a bağlı Sarıkaya ilçesi Karayakup köyünde doğan Nâzım Tektaş, terzilikten yayıncılığa geçmiş ve önemli kitapları yayımlamış idealist bir naşir. 1970’li yıllarda Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı’nda Burak Yayınları’nı ve kitabevini kurdu. Oğulları Oğuz ve Turan ile birlikte uzun yıllar yayıncılık yaptı. Birçok gazete ve dergide edebî çalışmaları yayımlanan Tektaş, şiirlerini Vurgunum kitabında topladı. Yayımlanan eserleri arasında Osmanlı I – Çadırdan Saraya, Osmanlı II – Saraydan Sürgüne, Osmanlı Devleti’nde Kardeş Katli – Gün Görmeyen Şehzadeler, Sadrazamlar da bulunuyor. Şimdi sadece kendi kitaplarını kaleme alan yayıncı, şair, yazar ve tarih araştırmacısı Nâzım Tektaş ile yayın dünyamızı merkeze alan bir mülakat yaptık. Nâzım Bey, yayıncılık yaparken yakından tanıdığı şair ve yazarlarla alakalı hatıralarını da anlattı. Suallerimiz ve aldığımız cevaplar şöyle:

         

Efendim bu mülakatımızda sizi biraz maziye götüreceğiz. Zahmet olmazsa çocukluk yıllarınızın ilk geçtiği muhiti anlatır mısınız? Nasıl bir çocukluk hayatı yaşadınız? Ortam nasıldı? Çevre, ilginizi çeken hususlar ve yakından tanıdığınız insanlar itibariyle.

         

Ortasından geçen Kanak Çayı’nın ikiye ayırdığı, kuzeyinde muhacirlerin, güneyinde yerlilerin oturduğu büyükçe bir köyde doğmuşum. Dümdüz bir ova üzerine kurulu köyümüz, uzaktan ilk kez görenlerde ormana baktığı zannı uyandıracak seviyede servi ve meyve ağaçlarıyla bezelidir.

         

İlkbaharda çay coşar, yatağına sığmayan sular köprüyle irtibatı keser, mahalleden mahalleye geçiş müşkülatla temin edilirdi. “Muhacir” 1923’te yapılan mübadeleyle ve başka türlü sonradan gelenlere deniyor. “Yerli” deyince, Ermenileri de anmamız gerek: İlk çocukluk yıllarımdan biliyorum, okul arkadaşlarımızdan birkaçı Ermeni’ydi, 70 sene kadar önce, tamamı köyümüzden ayrıldı. 1970 Ramazanında geldiğim İstanbul’da bir Ermeni köylümüze üç gün misafir olmuş, iftar, sahur ve seccade hizmetlerinden çok memnun kalmıştım. Bir kısmı başka şehirlere göçen, çoğunluğu köyümüzde bulunan Muhacirler Kırım, Kazan Tatarları, Kafkasya kökenli Çerkezler, Kars’tan gelme büyük bir aile Kürt, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan vs. yerlerden gelen Arnavut, Boşnak ve tabii Anadolu’nun eski sahibi Türkler yani Evlâd-ı Fatihan. Ermeniler, gelenek görenek itibariyle bizden farksızdı; çünkü aynı yerde doğup büyümüşler. Muhacirler ve yerliler arasında konuşma diliyle görenekler hususunda bir miktar uyum zorluğu yaşanmıştı. İşin doğrusu şu ki, Avrupa kökenliler kendilerini daha şehirli ve ince, Anadolu köylüsünü biraz kaba görüyorlardı. Galiba, bir nesil değiştikten sonra muhacirler yerlileşti; yerli-muhacir hısımlığının başlaması için onlarca yıl beklenmesi lâzımmış; o yıllar da çoktan gelip geçti.

         

Okula 6 yaşında başladığımı (1951), keçiye “çeçi” diyecek kadar, bazı kelimelerin telaffuzunda sıkıntı yaşadığımı, bu durumumla eğlenildiğini hep hatırlarım. Kamyonu olan babamın pek çok günü uzaklarda geçiyordu; ben okulu bitirmeden, kamyon satılıp, bakkal dükkânı açıldı.

 

Çocukluğunuzda edebiyat dünyasıyla ilk temasınız nasıl oldu? Anne babanız, ağabey veya ablalarınız kitap okur muydu? Evinizin kültürel ortamı nasıldı? Evde düzenli kitap okunur muydu, kütüphaneniz var mıydı?

        

Çocukluğum ve edebiyat dünyası? Öyle bir dünyanın varlığını bilmezdik ki! Akrabamızdan Halit ve Fevzi ağabeyler neredeyse her kış akşamı sırayla gelip, masal anlatarak, bizleri bilmediğimiz âlemlere götürdüler. Daha çok, şiir bölümlerini yanık türkülere çevirerek âşık kitapları okurdu bu iki kardeş. Esas İsmail ağabeyim kitap okumaya meraklıydı, lâkin evde durmayı sevmezdi.

     

Şöyle bir kural vardı köyümüzde;“E.” İşte bu sebeple, köyde bulunduğu kış akşamları babamız odaya gider, meraklı dinleyicilerine, eski yazılı yeni yazılı fark etmeksizin kitap okurmuş. Ben, bazı sabahlar babamın, minderinde otururken Kur’an tilâvetini duygulanarak dinlerdim. Bal arısı vızıltısını andıran sesini en alt seviyede tuttuğu hâlde, ne dediği anlaşılırdı. Muhteviyatını sonradan öğrendiğim Rahman Suresi, yüreğimde farklı bir rüzgâr estirir, “K nakaratıyla aklıma, komşumuz kafam allak bullak olurdu: Hayret, Kur’an, en yakın komşumuz ‘Keziban’ bibiden bahsediyor!

      

Bugüne kadar, Rahman Suresi ile her daim, çocukluğumdaki duygulara bürünürüm; bunlar sevgi, coşku, özlem: Yıllarca sonra, bir bayram günü sabahında, aşağıdaki şiiri yazmıştım:

 

BAYRAM

 

Telkin kibrit olur gönül çıramıza,

Huzurun ateşi parlar kendiliğinden,

Maaile coşarız.

Gelen müstesna günlerdir semadan,

Biz de müstesna yaşarız.

Ne zam gelir işçi-memur maaşına,

Ne kiradan vazgeçer ev-sahibi,

Ne kar daha beyaz yağar,

Ne yağmur daha sulu!

Yine de, hüzünler cüce kalır bugünlerde,

Mutluluk her zamankinden ulu.

Ölüler de nasiplenir erkenden,

Unutulanlar mutlak hatırlanır,

En zayıf hafızalılar bile bu gün,

En uzak komşusunu tanır.

Ben Yasin okurum babamın ruhuna,

Errahmân’ı okurum.

Gönlümde denizler kaynaşır tatlı, tuzlu,

Bazen tamamlanır ayetler,

Bazen yarım kalır,

Febieyyi-âlâi derken babam gibi,

Beni bir ağlama alır.

Sele karışır Rabbükü-mâtü kezziban,

İşte o sevinçle hüznün kaynaştığı an,

Yüreğimde iki beni hissederim;

Biri coşan sevincim,

Biri mahzun kederim.

 

     

Rahmetli babam, notlarını eski harflerle tutar, hesabını eski rakamlarla yapardı. Yeni yazıyla ilgili durumunu anlatmaya, askerde yazıcı olduğunu bilmemiz yeter. Evimizin, çocukluğumdaki kitap hikâyesi aşağı yukarı özetlediğim minvaldeydi. Ha, kütüphanemiz yoktu, fakat yine de evimiz kitap görüyordu; siyer, Hazreti Ali Cenkleri ve benzerleri; ara sıra pazar sergilerinden alınma biraz daha farklı türler. Meselâ şiirleriyle Âşık Veysel, Kerem ile Aslı, Âşık Garip ile Şahsenem, Hurşit ile Mahimihri ve başkaları ezberlediğimiz kitaplardı. (Köyümüzün enteresan simalarıyla ailem hakkında kısa bilgileri, basılmasını beklediğim, Beyazsaray Hatıraları’nda verdiğimden, tekrarlamıyorum:)

     

İlkokulda, büyüyünce ne olmak istediğimiz sorulunca, benim cevabım tereddütsüz “Müftü” idi. Okul bitti, önce Kur’an okumayı öğrendim, dinî konulara merakım kendiliğinden gelişiyordu; hâlâ sebebini tam manasıyla anlamış değilim: Şahsımla ilgili bazı hususlar buraya taşınmayacak.

 

Okul ders kitapları dışında ilk okuduğunuz kitaplar hangileriydi, eserleriyle tanıştığınız ilk yazar ve şairler kimlerdi? Bunlardan sizi etkileyenler, daha sonra diğer eserlerini okumaya devam ettiğiniz edebiyatçılar hangileriydi?

         

Okul hayatım ilk çocukluğumla beraber sona ermişti; yukarıda bahsedilenler dışında kitap okumamış, yazar tanımamış sayılırım.

         

Resimli çocuk romanlarını mı tercih ederdiniz, yoksa resimsiz düz hikâye ve romanları mı? Türk ve İslam tarihine o dönemde özel bir ilginiz oldu mu?

         

Köyde geçen 14 yılımda, resimli-resimsiz roman gördüğümü hatırlamıyorum; zannımca, ciddiye alınacak bir şey okumamışımdır.

         

Çocukluk yıllarınızda çocuk dergilerini takip eder miydiniz? Nasıl bulurdunuz? Bu dergilere şiir ve yazı gönderir miydiniz?

         

Hayır.

                  

İLK ŞİİRİMDE HASRETİM VARDI

 

Yazdığınız ilk edebiyat metnini (şiir, hikâye, deneme, günlük, roman vs…) hatırlıyor musunuz? Yazı yazarken yakınlarınızın (anne, baba, kardeş, öğretmen vb.) tavırları ne oldu? İlgisiz mi kaldılar, yoksa sizi teşvik mi ettiler? Bir dergi veya gazetede yayınlanan ilk edebî çalışmanızın adı ve konusu neydi? Şiirse ilk mısraları, yazıysa ilk satırları nasıl başlıyordu? Çevrenizde nasıl karşılandı? Tam metni şu anda elinizde var mı, lütfeder misiniz?

  

Birinci sorunun cevabını vermek için 14 yaşıma geçip, Eylül 1959’un Ankara’sına gitmem gerek. Ağustos’ta geldiğim şehirde, doğup büyüdüğüm, en masum yıllarımı geçirdiğim köyümü, köyümün her şeyini, orada bıraktığım iyi-kötü, sevdiğim sevmediğim aklıma getirdiğim ne varsa özlüyordum. Bir şiir yazıp, babama gönderdim. Okuyup ağladıklarını, arkadaşlarıma duyurduklarını, onların da alıp, kendi aralarında bölüşemeyip, sonunda telef ettiklerini, köye izne gittiğimde söylediler. Nasıl bir şeydi? Bilmiyorum ki; belki şiir bile denmezdi. Ne elimde kopyası var o şiir dediğimin ne de hafızamda bir mısraı: Belki böyle olması daha iyi; çünkü zannediyorum o mısralarda şiir değil ancak hasretim vardı.

      

Ailemden hiç kimse beni herhangi bir şeyi yazarken görmedi; ben Ankara’daydım, onlar köyde. Konuya dair muhabbetimiz de olmadı babamla, anamla ve kardeşlerimle; yazdıklarımı gizlemiş de olabilirim: Daha ileri gideyim; şairliğimi kendime itirafım dahi çok sonraları olmuştu.

     

16-17 yaşlarında; Ankara Radyosu’nun açtığı yarışmaya, yazdığım bir skeç’le katıldım; arayan soran olmadı. Merakımı iteleyecek cesaretim, utanmamı bastıracak bilgi ve tecrübem olmadığı için, çok şeyler yazar, okur, atardım.

     

Yazılı basında yer alışımın ilki çok daha sonradır. Avrupa’dan ihraç edilen modaya hınçlıydım. Kadınların aşırı makyajı dahi üzülmeme sebepti. Bir sene kadar önce, uzunca bir manzume yazmıştım; 1969’da, Bizim Anadolu gazetesine gönderdim, yayınladılar. Şiirin yer aldığı kısmı kesmiş olmalıyım; lâkin şimdilik varlığıyla ilgili fikrim yok; ilk mısraları hiç unutmadım:

 

Ananeler can vermiş, moda doğmuş Batı’dan

Nursuz yüzlerde boya, renksiz dudaklarda kan.

 

 

                  

MÜTEHAYYİL NE DEMEK?

 

Çocukluk yıllarınıza dair unutamadığınız bir hatıranız var mı? Özellikle yazıyla, kitapla ve okumayla ilgili olarak…

 

Kendimi önemsemeden (Belki de, farkında olmadan fazla önemseyerek) yaşadım. Okuma, öğrenme merakım çevremdekilerin dikkatini çekecek derecede olmalıydı ki, Ankara’da zanaat öğretecek ustam, daha ilk günlerde şöyle demişti: “Bu işte gözün yok; ben seni okula yazdırayım, sonra babanla halledersiniz.” Hoş bir teklifti, fakat babamı emri vaki karşısında bırakamazdım. Unutamadığım, 1961 belki de 1962 yılına ait bir hatıra. Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz kitabını okumuş, manasını bilmediğim bir kelimeye takılmıştım. Lise talebesi arkadaşımın bileceğini düşünüp, sordum: “Mütehayyil ne demek?” Selahaddin, tereddütsüz cevapladı. Ne dediğini unuttum, lâkin gerçek manayı öğrendiğimde, nasıl saçma bir cevap aldığımı anlamıştım. Muhtemeldir ki Selahaddin’in palavrası, öğrenme açlığıma çok büyük katkı sağlamıştı. Başka kimseyi değil, lâkin kendimi cehaletimle ayıplardım:

 

İlk aldığınız telif ücretini hatırlıyor musunuz? Bu para ne zaman ve kimin tarafından verildi, hangi çalışmanızın karşılığıydı? İlk kitabınız ne zaman yayınlandı, konusu ne idi? Edebiyat çevrelerinde nasıl karşılandı? Bu konuda anlatmak istedikleriniz hususlar var mı?

 

         

Her işi erbabı yapmalı; tarih sahası her heveskârın destursuz dalamayacağı kadar ehemmiyetlidir; işte ben bu dalışı yaptım; hem de aşırı çekingenliğime rağmen yaptım bu işi. Çekingen olduğumu çekinmeden söylüyorum. Niçin çekingenim? Bir ölçüm var, açıklamaktan sakınacağın hareketten ve sözden sakın. Son aşamada şöyle dedim kendime: “Cezasından korktuğun günaha yaklaşma!” Tabii bunlar iyi temennilerdir; normal bir insan olarak ne masun ne de masumum: Bu girizgâhın sebebini özetlersem, diyeceğim şudur: İlkokuldan sonrası olmadığı hâlde, kalemimle çok önemli konulara dalmışım. Doğruları bulup bildirmeye, en güzel biçimde anlatmaya çalıştım, yerine uysun diye bir kelimeyi defalarca değiştirdiğim oldu-oluyor. Şöyle bir hisse kurban olduğumu söyleyebilirim: Bazı kişilerin, içlerinden, “Bu iş sana mı kaldı?” diyeceklerinden korktum; niçinse? Bir de, göğsümü gererek yazdıklarıma, “eser-eserlerim” diyemeyişim yüreğimde bir dağdır. Komşu bahçesinden meyve çalmış çocuklar gibi, yaptığım işten pişmanlık duyduğum anlar bile olurdu.

         

Soruyu, bu duygularla cevaplıyorum: Başlangıçta naşiri kendimizdik; ilk defa şiirlerim yayınlandı, sene 1992’ydi. İkisi de Abdurrahim Balcıoğlu ile Sadettin Kaplan’ın zorlaması, ayrıca ikinci şahsın gayreti olmasaydı sanırım, şiirlerim kitaplaşmayı daha çok beklerdi. “Osmanlı Tarihi” diyemeyip, Çadırdan Saraya ve Saraydan Sürgüne adlarını verdiğimiz iki cilt kitap 1999 başında neşredildi; yine ayrıca telif ücreti alamadım (!) Şiir de tarih de ilgi gördü; hem de beklediğimden fazla.

 

                  

HER GENÇ KENDİSİNİ ÇOK İYİ YETİŞTİRMELİ

         

Bugün çocukluğunu yaşayanlara, gençlere, öğrencilere neler tavsiye edersiniz? Kendilerini nasıl yetiştirsinler, geliştirsinler?

         

Diplomalı bilginin karşı tarafa olumlu kanaat aşıladığına, sahibini güvenli kıldığına inanırım. Kendi çocuklarıma tavsiyem bütün çocuklar için de geçerlidir: Her genç kendisini, devletin en yüce makamı için hazırlamalı. Zannımca, en değerli madenlerin deposu olan insan beynimde, yüzeye yakın duranlar az gayretle bulunur, derindeki aşırı emek ister. Dehanın hangi körpe beynin kıvrımlarında uyuduğu bilinemediği için hepsine özen göstermek lâzım. Ailenin de yardımıyla her çocuk, insanlığı kurtarma adayı gibi yetişmeli-yetiştirilmelidir. Üstün meziyet, beceri ve imkân sahibi olanlar, kendilerinde bulunan değerlerle böbürlenmeyip, başkalarının kendisinde hakkı olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır: Çocukluğumda duyup, bir mana veremediğim “Boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkına alacağı” sözünü sonraları değerlendirdim: Fazlası olan, noksanı olana borçludur!

 

İstanbul’a ilk olarak ne zaman geldiniz? Önce hangi mesleği icra ettiniz. Ben terzilik mesleğini yaptığınızı duymuştum, doğru mu? Bu mesleği hangi semtte icra ediyordunuz? Mesleğinizi yaparken edebiyatla ilginiz sürdü mü? Bu meslekten yayıncılığa geçişiniz nasıl oldu? Kitap merkezi Beyazsaray Çarşısı’nda yayıncılığa ve kitapçılığa nasıl başladınız? Burak Yayınları 1970’li yılların sonunda hem Beyazsaray Çarşısı’nın hem de Türkiye’nin sayılı yayınevlerinden birisiydi.  Ben üniversiteyi okumaya başladığım yıllarda ziyaretinize gelirdim. Sanırım düzenli ziyaretçileriniz arasında kadim dostunuz merhum şairimiz Dilâver Cebeci de vardı. Başka kimler gelirdi kitabevine? Neler konuşurdunuz? Biraz o günlerden bahseder misiniz?

    

Gezmek için ve misafireten sayılmazsa; İstanbul’a 1970 Ramazan ayının ortasında geldim ve yerleştim. Bahçelievler’de, zikredilen mesleği icra ederken, her fırsatta kitapçıları dolaşırdım. Hisar Yayınevi sahibi arkadaşım Mevlit Karaca’nın teşvikiyle (Onun sayesinde denebilir) Beyazsaray’da, yayıncılık deryasına (balıklama) daldım. Aynı konuyu ayrı yerlerde olsa da tekrarlamak hoşuma gitmiyor. Yukarıda adı geçen, henüz basılmamış kitabımda mekân ve yayınevimizle ilgili anlattıklarımı geçeceğim. Dilâver Cebeci’den başka pek çok arkadaşım, dostum, ahbabım gelirdi. Anılacak isimlerin seçimi zor, tamamını sıralamak imkânsız. En fazla görüştüklerimizden aklıma ilk gelenler sıralamasına, sonradan meşhur olmuş o zamanın gençleri dâhil edilmeyecek. Enis Öksüz daha sık olmak üzere Ahmet Arvasi Hoca,  Mustafa Erkal, Fikret Gezgin, İsmail Yakıt, Orhan Türkdoğan, Ali Murat Daryal, Ergun Göze, Yümni Sezen ve tabii başkaları sohbet için gelirdiler.  Seyyid Ahmet Arvasi için özel bir bölüm açmak icap eder; lâkin onu da buraya sıkıştıracağım.

 

               

ARVASİ’YE HAYRAN OLMUŞTUM

     

Arvasi Bey’i yazdıklarıyla tanıyıp, hayranı olmuştum. 12 Eylül Darbesi’yle hapse düşmüştü; serbest kalışından sonra görüşüp, tanışmamız nasip oldu. İkimiz de birbirimizi arıyormuş ve tesadüfen bulmuşuz gibi olduk. (Benim duygularım böyle) Birkaç defa geldi, daha çok onun konuştuğu sohbetlerimizle birbirimize adamakıllı ısındık. Arvasi Hoca geldiğinde etrafımız kalabalıklaşır, baş başa kalmamız zorlaşırdı. İş, yazar-naşir ilişkisine dönene kadar samimiyetimiz arttı ve onun ziyareti sıklaştı. Dikkatimi çeken bir hususiyeti vardı Arvasi Bey’in: Üzerine geldiği konu kafasına yatmıyorsa, herkesi memnun edecek bir usulle istediği yere çeker, tadını çıkarırcasına anlatırdı. Sohbetin farklı bir mecrada seyrediyor olması kimseye, “Nereden nereye geldik.” dedirtmez hatta “İyi ki buraya geldik.” bile dedirtirdi. Bu hususta yanıldığımı sanmıyorum:

     

Arvasi Bey’le münasebetini kurmak için, Taha Akyol’u da misafirimiz edeceğiz; ama kısacık: Tercüman Genel Yayın Müdürü iken gazetede yazıyor, ilgiyle takip ediliyordu. Bir gün Arvasi Bey, Taha Bey’le mahpushane arkadaşı olduklarını, soğuk bir gecede, üşümesin diye paltosunu onun üzerine örttüğünü ve ertesi güne kendisinin hasta çıktığını söylemişti. Muhabbet esnasında Arvasi Hoca’nın neler dediği aklımda kalmamış, fakat kendi sözüm-tespitim- aklımda: “Dolu bir insan, lâkin kendisini Mümtaz Turhan yerine kaymak için acele ediyor!” Galiba yanılmışım.

     

İlerleyen zamanda, bir kitabını bastırmamız konusunu telefonla görüşüp anlaştık, sonra gazeteye gittim, sohbette kırk yıllık dost gibiydik.  Beyazsaray’a hiç gelmeyen Taha Akyol ile birkaç buluşmamız oldu lâkin benim sayemde yahut gayretimle. Yine telefonla, bir başka kitabına talip olduğumu bildirdim; tereddütsüz, “Kitap senin,” dedi. Onun hususiyeti hakkında söylenebilecek çok şey olabilir, ben bir şey diyeceğim: Taha Akyol herhangi bir konuya, hak ettiğinden fazla kelime harcamaz.

 

           

DİLÂVER CEBECİ İÇİMİZİ ISITIRDI         

     

Dilâver Cebeci’yle ortak noktamız çoktu. Ben onu 1970 öncesi Ankara’da tanımıştım; 1980 sonrası İstanbul’da tanıştık. Bana öyle gelirdi ki, Dilâver Cebeci kelimeleri hazırlayıp manalı bir cümle hâline getirmeye çalışmaz, yüreğinde hazır duranları, olduğu gibi telâffuz ederdi. Belki böyle içten oluşu sebebiyle dedikleri ve yazdıkları içimizi ısıtırdı.

     

Onun şiirleri ekseri serbest vezinliydi benimkiler hece vezninde. Yazdıklarımı beğenmediğini söylemedi, fakat ısrarla serbest yazmamı tavsiye ediyordu. Ben, “Başka türlü yazamamam.” dedikçe, o diyordu ki “Daha güzel yazarsın.” Meseleyi ilerilere taşıyan Dilâver Bey, mutlaka serbesti denememi ve kendisinin görmek istediği direktifini verdi. Bir gün, karar verdim. Konuyla ilgili iki şiirim var; biri kendi stilimde diğeri onun; sanıyorum, ilk yarı serbest şiirimi kendisi için yazmıştım; muhtemelen ondan sonra, ilk kıtasını aşağıya alacağım şiiri yazdım. Epey uzunca şiirin tamamını buraya taşımaya lüzum yok:

    

Ulu dost ‘yaz görem’ dedi,

Günlerce hep karaladım

İçinde bir şey var diye,

Yüreğimi paraladım

 

         

Dilâver Cebeci’nin, birçok sevdiği-saydığı kişi için yazdığı şiirleri bilirim; kendisine-hayatta iken yazanı hatırlamıyorum: Bu adam başkaları tarafından anlatılacak o kadar fazla şeye sahip olduğu hâlde, niçin kimsenin aklına gelmiyor? İşte böyle düşünüp, yazdım. Şiirden sonraki ilk gelişinde okuduk, beklediğimsem fazla sevdi, memnun oldu; bir kopyasını alıp gitti. Tekrar görüşmemizde, aklımda kalan iki şey söyledi; iznim olursa bir dergide yayınlatacakmış! Tabii ki benim için memnuniyet vericiydi. Söylediğinin diğeri, duyduğum en harika havadislerden biri sayılır: İsimsiz, çok önemli, çok büyük bir şair şiiri okumuş, demiş ki: “Böyle bir şiir yazılamaz!” Sağ olsun, hayli abartmış, ama pek sevindim.

 

                  

AYHAN İNAL İLE KARŞILAŞMAM

     

Çemberlitaş yakınında, Dostluk Yurdu Sokağı’ndaki yayınevimize giderken, Kubbealtı’nın yanından geçiyorum. Birden, Şair Ayhan İnal ile karşılaştık; ben onu tanıyorum, o tanıyor olsa da hatırlamadı. Selâm verip, gerekeni söyledim. “Yahu. Mehmet Nuri Yardım’ı alıp, seni ziyarete gelecektim.” dedi. “Hayırdır inşallah, buyurun, beklerim.” dedim. Dilâver Bey’in, şiirimi göklere çıkardığını bildirdiği büyük şair, karşımdaki zat imiş. Yazılana beslediği sevgi nasıl bir şeyse, onun için, yazana teşekkür etme ihtiyacı duymuş. İyi bir reklam yaptığımı sanıyorum, fakat kastımın bu olmadığı aşikâr. Şunu ilave edeyim, gerçekten Dilâver Cebeci’yi iyi tasvir ettiğine inandığım o şiiri ben de o çok beğenirim.  Tamamı üç sayfaya yakın, bir tadımlık niyetine, başından ve orta yerinden birkaç mısra:

 

Billûr kâse misali içi dışıyla aynı

Ne güzel dostsun sen

Mahzun insanla kederlisin

Mesut insanla şen

 

***

 

Yarı gerçek gibi yarı masal

Yaşanırken bu tatlı hal

Sözler bal olur damlardı muhabbet sofrasına

Kırk kutlu dağın kırk çiçeği kokulu

Akla misafir olamazdı hoş olmayan hiçbir şey

Her ses şahane musikidir o dem

Her nesne mahir parmaklarda ney

 

    

Bu şiir, şiir ustasının bir mısra bile yazamadığı zamana ait olması itibariyle anlamlıdır. Yazanı, okuyanı, dinleyeni duygulandıran bu şiir, geçirdiği kaza sonucu hafıza ihanetine uğramış, şiirden koparılmış bir şairi anlatıyor, belki de acı güzelliğini arttıran bu tarafıydı. Yakın dostlarının iyi bildiği, sonradan başına gelen, bildiğini bildiği hâlde hatırlamadıkları Dilâver Bey’i çılgına çevirirdi. Eşinin, evlâdının ve Hayreddin Nuhoğlu’nun adından gayrısı aklına gelmezdi. Sıkça gelirdi, sohbet ederdik, ama arada bir sorardı, “Yahu, senin adın neydi?” derdi. Tek yaprağı okunabilen bin sayfalık ansiklopediye dönen Dilâver Cebeci, bunun farkında olsa dahi neşeli görünmeye çalışırdı. Adres olarak unutmadığı mekânlardan biri Burak Yayınevi diğeri Darüzziyafe idi. Kendi anlattığını aktarıyorum. Aklı, zekâsı tam, hafıza param parça; şimdilik bu kadar kâfi.

 

 

MEHMED NİYAZİ İLE TANIŞMAM

 

Bir de birkaç yıl önce ebedî âleme göç eden romancı mütefekkir yazarımız Mehmed Niyazi Bey vardı yakın dostlarınızdandı değil mi?

Mehmed Niyazi adını, gençlik yıllarımda okuduğum, Millet ve Milliyetçilik kitabının yazarı olarak hafızama kazımıştım. Soyadının çok kullanılan isimlerden olması, önceki asrın insanı olduğu zannı vermişti. Çok yıllar geçti; Burak Yayınevi’nde Muhiddin Nalbantoğlu ile sohbet ediyoruz. Vitrine bakan, uzun boylu, incecik bir adam Muhiddin Bey’i heyecanlandırdı; tanımadığım şahsı, hemen adıyla hitap ederek, içeri çağırdı.

 

Tarihî zannettiğim, benden üç yaş büyük Mehmed Niyazi Bey ile o gün, tanışmanın mutluluğuna erdim. Nasıl kaynaştığımızı bilmiyorum; sonraki yıllara bakınca diyebilirim ki; farkında olmadan ikimiz de birbirimizi arıyormuşuz!

      

Mehmed Niyazi Bey, kısa zaman içinde, Burak Yayınevi müdavimlerinden oldu. Bu müdavimliği kolaylaştıran ve belki de zaruri kılan bazı sebeplerden bahsedeyim: Meşrep olarak uyuşuyoruz; oturduğu yer itibariyle, en rahat uğrayabilip, rahat edeceği yer benim yanımdı. Beyazsaray Hatıraları kitabımda anlatılanlar buraya alınmayıp, tekrardan hoşlanmayışıma feda edilecek.

  

Ötüken Neşriyat’ın kurucularından olan Mehmed Niyazi Özdemir Burak Yayınevi’nde bulunduğu vakitlerde dükkânımız daha kalabalık olurdu. Sonra işler değişti. Mehmed Niyazi ile aramıza deniz girdi. O, yazdığı gazetede,” Münzevi Hizmet Eri” başlığı altında kitaplarımdan ve şahsımdan bahsetti; ben onu bir defa Üsküdar’da çalıştığı kütüphanede ziyaret ettim; son olarak Karamürsel’den, cenazesine gitmiştim. Tabii Mehmed Niyazi deyince Hilmi Oflaz’ı rahmetle anmamak mümkün değil. Her iki dost da birbirini çok severdi. İkisine de rahmet diliyorum.

 

Kitabın daha çok revaçta olduğu yıllardı zannediyorum. Bazı yayıncılar neredeyse kitap yetiştiremiyordu okuyuculara. Anadolu’ya devamlı olarak kitap gönderiliyordu. Kitabevlerinden talep geliyordu yayıncılara. O hareketli dönemden söz eder misiniz? Yayıncılık nasıldı o zamanlar? Tabii Burak Kitabevi ve Yayınları’nın başındaydınız. Yanınızda bulunan çocuklarınız Oğuz ve Turan da mesleği sizden öğrendiler. İyi bir çalışma içindeydiniz. Sonra bu yayınevinde sanırım ilk şiir kitabınız çıktı. Yıllar sonra tarihe yöneldiniz. Biraz bu eserlerden bahseder misiniz? Şiir kitabınıza ilgi nasıldı? Tarih kitaplarına alaka nasıl oldu? Bir mukayese yapabilir misiniz?

         

Sorunun doğru cevabı, benim sahneye çıkışım hasat mevsiminden sonradır. Yayıncılığa başladığımda 12 Eylül krizi harlı, büyük bir kısmıyla insanlar kitaplarını imha etmekle meşguldü. Bilhassa benim hitap edeceğim camia, şiddetli depremde en ağır hasara uğramış bir beldeden farksızdı. Esas itibariyle, benim acemiliğim ve ticari açıdan talihsiz bir zamanda meydana atılışım macera sayılabilir!

   

Bütün olumsuz şartlara rağmen, her adımdan sonrası daha ferahlatıcıydı. Dinî kitaplar, yayıncısına fazla sıkıntı yaşatmamış, tarafsız kültür yayıncılığı da ölümcül yara almamıştı o dönemde. Birkaç sene sonra, biz de kendimize bir yol açabildik çok şükür: Oğuz ve Turan işe karıştığında kervan düzülmüş, menzil görülmüştü.

   

Şiir kitabından para kazanmak yaşadığımız asırda birkaç kişiye nasip olmuştur. Şahsım, içten içe meşhur bir şair olma arzusu taşır, lâkin pek de inanamazdım. İnsanın beklentisi ne kadar küçükse, kavuştuğu o kadar büyük oluyor. Birkaç gazetede duyurulan şiir kitabım, okuyucu buldu. Kasetlere okuyup, televizyon kanallarında, radyolarda okuyanlar oldu; bu da benim için yeter. Büyük şair namı bırakamamış olabilirim belki, kötü namım olmadığını bilmekle avunuyorum.

   

Tarih, heveslisi olduğum, epeyce okuduğum, az çok bir şeyler öğrendiğim, ama yazmayı aklımın ucundan geçirmediğim bir sahaydı. Kitap almaya gelenlerin ihtiyacına cevap verebilme gayretine düştüm. Özellikle gençler, okuyabilecekler evsafı haiz tarih kitabı bulamıyorlar. Kalabalık ciltler var, fakat her yönüyle ağır olduğundan, kolay faydalanılacak gibi değil. Yazabilecek epeyce hocadan rica ile istedim; kimse, kısa bir Osmanlı tarihi yazmaya yanaşmadı. Bir kişi, hazır kitabı olduğunu, beğenirsen yayınlayabileceğimi söyledi. Bir torba dolusu, yazılı kâğıdı alıp eve götürdüm, başladım üzerinde çalışmaya. Olmadı, sebebini anlatmayacağım, hikâyesi uzun.

   

Oğuz ısrarla beni teşvik ediyor, Turan ağabeyini destekliyor, beni bana sevdirip, yazabileceğime inandırıyorlar ve işe başlıyorum. Planlandığı zamanda neşredilen kitap iyi karşılanıyor, ilgi görüp, methiyeler alıyor: “Marifet iltifata tabidir.” denir ya, bir miktar iltifatla topladığım cesaret beni, mancınıkta taşmışım gibi ötelere fırlattı.

 

Beyazsaray’dan sonra önce Vezneciler’de Yümni İş Merkezi’ne, sonra da Cağaloğlu’nda Vilayet’in altında bir asma kata geçtiniz. Orada da yayıncılığa devam ettiniz. O sıralar yayın dünyası nasıldı? Aynı binada sanırım Toker Yayınları, İz Yayıncılık ve başka yayınevleri de vardı değil mi? Sizi son olarak Piyerloti’de gördük. Bu sefer Çatı Kitapları’nı da kurmuştunuz. Daha çok popüler kitaplar çıktı bu yayınevinde. Biraz da o senelerden bahseder misiniz? Burak Yayınları hâlâ devam ediyor mu, yoksa devrettiniz mi? Son durumunu merak ediyoruz.

 

Zaman içinde devamlı, okur ihtiyacını gözeterek birçok kitap yazdım. Yazı hayatı, iş hayatımı olumsuz etkilemekteydi. Bütün sakinleriyle beraber, mecburi olarak Beyazaray’dan ayrılıp, Lâlelideki Yümni İş Merkezi’ne, bir sene kadar sonra da, oğullarımın arzusu üzerine, Ankara Caddesi’nde, Vilayet’in altındaki yere taşındık.

    

Yer değişimleri Burak Yayınevi’ni aksi yönde etkiledi. Cağaloğlu bize, biz de oraya uyamadık. Komşularımızdan sadece Toker Yayınevi sahibi Yalçın Toker’le birkaç defa görüşebildik; başka kimseyle tanışamadım. Fazla kalmamızı gerektiren sebep olmadığı, biraz da dükkân sahibimizi memnun edemediğimiz için, Piyerloti’ye geçtik. Daha evvel, Oğuz’la Turan’ın sahibi oldukları Çatı Yayınları, son adresimizde işe tamamen hâkim oldu. Bütün yayınlarımız, Çatı adına neşrediliyor, ben dükkâna devamlı gelmiyordum, sonunda Burak Yayınevi’ni, gizli ve sessiz bir merasimle defnettik!

 

         

Yayıncılığı bıraktıktan sonra kitaplarınızı başka bir yayınevine vermeyi düşündüğünüzü duydum. Mahzuru yoksa o gelişmeden bizi de haberdar edebilir misiniz? Şu anda kitaplarınız hangi yayınevinde yayımlanacak?

         

Yayıncılığı oğullarım devam ettirirken, kendi kitaplarımın bir başkası tarafından basılıp dağıtılıp, bana telif ödenmesini tercih etmiştik. İstediğim oldu; giderilmesi hiç de zor olmayan küçük bir pürüzü, benim kaprisim ile karşımdakinin naz çekmeme arzusuna çarpınca, karşılıklı anlaşmayla münasebetimiz sonlandırıldı. Kitaplarım için başka talipler çıktı, görüşmeler hatta sözlü anlaşmalar yapıldı, fakat tarafımca anlaşılmayan bir sebeple sonuç alamadık. Bu hususun fazla irdelenmesinde fayda görmüyor, belki de nasibimiz bu kadarmış deyip, şimdilik susmayı yeğliyorum. Daha evvel basılan, aşağı yukarı satışta hiç birinin kalmadığı 20 cildin dışında, baskıya hazır 10 adet kitabım var. Kısmetse basılır, değilse modamız geçmiş der, otururuz:

 

 

         

Bazı kitaplarınızın çok ilgi gördüğünü hatta gazeteler tarafından okuyuculara promosyon olarak verildiğini biliyoruz. Bunlar hangileriydi, niçin bu kadar ilgi gördü?

         

2007 yılında, Çadırdan Saraya ve Saraydan Sürgüne Osmanlı bir gazete tarafından kupon karşılığı okuyucuya sunulmuştu. 2011’de, bir başka gazete, aynı usulle Kanunî, Hürrem Sultan ve Haremden Taşanlar’ı takdim etti. Gösterilen ilgi bizim için iyidir elbet, ama sebebini bilemem.

 

         

Yine bazı kitaplarınızın başka dillere tercüme edildiğini öğrendim. Bu eserler hangileridir?

         

Makedonya’dan bir yayıncı çocukları arayıp, az da olsa bir telif ödemek suretiyle Hürrem Sultan kitabını neşretmek istediklerini bildirmiş. Teklifi, yaptığımız yazılı sözleşmeyle, yazdığım ve yazacağım bütün kitapların neşir hakkını 10 yıllığına devrettiğim yayınevine iletmelerini söyledim. Ayrıca kendim, yayıncımı arayıp edindiğim bilgiyi aktardım. Bu güne, bu ana kadar bu konuyu ikimiz de gündeme getirmedik. Meselenin üzerinden seneler geçmiş, Makedonya meselesi bir nevi unutulmuştu. Belki dört yıl önce, internette kendimle ilgili bir şeyler ararken gördüğüm kapağı ve haberi özetini aşağıya alacağım:

 

Tarih: 02 Aralık 2015 Çarşamba 18:31

 

Türk edebiyatının önemli eserlerinden Arnavutçaya çevrilen 7 kitabın tanıtımı yapıldı. Ülkede faaliyet gösteren Shkupi Yayınevi tarafından yürütülen proje kapsamındaki etkinliğe Shkupi Yayınevi Müdürü Azam Dauti, Üsküp Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Mehmet Samsakçı, Çayır Belediyesi Meclis Başkanı Zahir Bekteshi, Çayır Belediyesi Başkan Yardımcısı Süleyman Baki ile çok sayıda davetli katıldı. Türk edebiyatının önemli eserlerinden Orhan Kemal’in Hanımın Çiftliği, Nâzım Hikmet’in Kan Konuşmaz ile Yeşil Elmalar, Nâzım Tektaş’ın Hürrem Sultan, Mario Levi’nin Madam Floridis Dönmeyebilir ve Zülfü Livaneli’nin Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm kitaplarının Arnavutçaya çevirisinin tanıtımı yapıldı.

Dauti, projeyi Türkiye’nin Çeviri ve Yayım Destek Programı (TEDA) ile ortak yürüttüklerini anımsatarak, “Türk Edebiyatı’nın önemli değerlerini Arnavutçaya tanıtmaktan son derece mutlu ve gururluyuz.” ifadesini kullandı.

 

Başka diller yok, yalnız Arnavutça, bunu küçümsüyor değilim, meramım gerçeğin bilinmesidir. Kitabımın bir yabancı dile çevrilmesiyle mutlu olduğumu söyleyebilirim; ancak tuhaf bir mizaç sahibiyim galiba; kederimde derinlik olur fakat sevincim coşkusuzdur.

 

Şehzadeler adlı kitabınız önce Erciyes sonra Ahi Evren Üniversitesi’nde yardımcı ders kitabı olarak okutuldu. Kayseri’den bir kitapçının dediğine göre öğrenciler finallerde, kitaplarınızdan sorumlu tutuluyormuş. Bu çok güzel. Bir bakıma üniversitelerin serbest çalışan ve yazan yazarların eserlerine ihtiyaç duyması sevindiricidir. Çoğalan üniversitelerimizi ve sosyal bilimlerdeki gelişimini nasıl buluyorsunuz?

Şehzadeler’in, Üniversiteye girişiyle alakalı bilgim, senin söylediğinden fazla değil; Üniversiteden atılışını isteklere cevap veremediğimize bağlıyorum. Bir darboğaza girmiş, kitap bastıramaz olmuştuk; hâlen aynı durumdayız. Beni ilgilendiren, üniversitelerin çokluğu değil, kaliteli olup olmadığıdır.

  

Mümtaz Turhan, 1958’de neşredilen Garplılaşmanın Neresindeyiz? adını verdiği kitabında okuyup yazma meselesini tahlilinde diyor ki: “.”

  

O günden bugüne, üniversitelerimizin ne kadar ilim insanı yetiştirdiğine bakılırsa, bir de diploması hiçbir işe yaramayan gençler dikkate alınırsa, sorunun cevabı açığa çıkar. Türkiye nüfusunun tamamı üniversite tahsil görmüş olacağına, tamamı sadece okuyup yazmayı bilen, ama arada birinin motoru deniz suyuyla çalıştırmayı keşfeden olmasını tercih ederim.

 

Bütün dünyada yaygın olan, Türkiye’yi de etkileyen korkunç bir salgın yaşadık, hâlen yaşıyoruz. Kovid-19 veya yaygın tabirle koronavirüs. Bu dönem içinde yayıncılık bilhassa kültür yayıncılığı nasıl etkilendi, genel bir değerlendirme yapabilir misiniz?

         

Malum, yayın hayatının uzağındayım, bildiğim, duyduğumdan ibaret. Bilhassa, kâğıt fabrikalarımızın kaybedilmesiyle yaşanan sıkıntı, dünyayı etkileyen salgınla had safhaya ulaşmıştır; edindiğim ortak kanaat bu.

 

Basılmış eserlerinizin dışında şu anda üstünde çalıştığınız hangi dosyalar var, önümüzdeki dönemde inşallah hangi eserlerinizi okuyacağız?

         

Değişik tarihlerde, farklı kişilerden teklifler aldım; sonu gelmedi. Boş duramadığım için bile, bir gün işe yarar diye yazdım; yazdıklarım yatıyor, ben uyuyorum. Fuzuli’nin dediği gibi:

 

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı

 

Son olarak bundan altı yıl önce yaşadığımız darbe teşebbüsünü sormak istiyorum. Malumunuz emperyalist ülkelerin güdümündeki bir güruh, Türkiye’de darbe yapmaya kalkıştı. Ama hem devletimizin hem de milletimizin işbirliği ve direnişi sayesinde muvaffak olamadı. Müteşebbisler rezil rüsva oldular. Kaçtılar, hapsedildiler. Şüphesiz ibret vesikası. Bu tür ihanetleri bir daha yaşamamak için neler yapılmalı? Kime hangi görevler düşüyor?

                                                                                 

Siyasiler inançlarıyla vatandaşın menfaatini birkaç oya feda etmesinler yeter. Beş-altı sene önce, köyde genç bir akrabam, beslediği tosun tarafından öldürülmüştü. Bereket, bahsedilen hareket başarılı olamadı. Rabbim, iyileri kötülerin şerrinden korusun…

 


Bu haberlerde ilginizi çekebilir!