Mevsim sonbahar, keyifli bir Eylül günü… Yürüyüşler çekiyor canım, uzun uzun yürümek, nereye gittiğini düşünmeden, mekân ve zamana takılmadan, şehrin kaldırımlarına akmak, ağaçlarla kaynaşmak, doğayı içime çekmek…
Yüzüme ferahlık veren tatlı bir rüzgârın yoldaşlığında başlıyorum. Tarihi Kapalı Çarşı’nın içinden geçip insanları gözlemliyorum. Rengârenk mağazalardaki süs eşyaları, renkli camdan kesme aydınlatmalar, örtüler, boncuklar, bir cümbüşün içinden geçip, Nuruosmaniye Kapısı’ndan başka bir âleme varıyorum. Rüzgâr kapıda beni bekliyor, tüm sadakati ile. Bilmediğim gelişigüzel sokaklara, mahallelere dalıyorum derken Cağaloğlu’ndan inip kendimi Gülhane Parkı içinde buluyorum.
Ruh halime uygun bir tenha ararken, şifanın sesi tepelerden geliyor. Çiçekler, ağaçlar arasında bir oyun alanı… Kuş sesi, çocuk seslerine karışıyor, etrafta birbirinden güzel çiçekler. Dünyada cennetten bir köşeye düştüğümü düşünürken, bankın zerine bırakıyorum kendimi. Rüzgârla raks eden yapraklar, kuşların şakımaları, fevkalade bir ritim içinde. Yeşilin her çeşidi, bronz, kahverengi, sarının tonları kusursuz görsel şölen. Çocukların neşesi, masumiyeti, güzelliği, kurak çöllerden okyanuslara kavuşmuş hissi veren bir ferahlık. Her kelimelerini, jestlerini, mimiklerini dakikalarca izliyorum. Kalbim yüreğim oluyor, yaşamı hissediyorum zirvelerde.
Rafine zevklerim arasına bu köşeyi de ekleyerek, ağaçlar arasında nefeslenip, ayrılıyorum. Rafine zevk kavramı, arıtılmış, damıtılmış, şahsına münhasır ince bir zevk sahibi olmak, duygulu, nazik, ince seçimler yapabilmek kabiliyetidir. Hayattan bir nebze lezzet almaya destek olan özel alanımızı ifade eder. Koskoca yirmi dört saat içinde, yarım saat dahi olsa kendine bir nefeslik mola verme imkânı tanımak. Zevk sahibi olmaya lakaytlık, dünyaya düşkünlük gibi olumsuz anlamlar yüklenir kimi zaman. Oysaki zevk; estetik, sanat, letafetin, hayatın mihenk taşıdır.
Evimin kapısından girdiğim vakit, o misk koku, bana özel, benim olan sevgiyle karşılıyor. Her bir köşede benden bir parça; el emeği zarif çiniler, farklı şehirlerin geleneksel el işlerini simgeleyen bir çanta, bir tablo, bazen farklı bir obje… Büyük, küçük, her bir parçanın ayrı hikâyesi var. O hikâyeler, mesafeleri yok ediyor. Dokunduğum her nesnede aslında sevdiklerime dokunuyorum. Bana sundukları hediyeyle, bende iz bırakıyorlar.
Mumlarımı yakıp çini mumluğun renk yansımalarını seyrederken, kardeşimle yolculuk molasında Kütahya’da saatlerce oyalanıp, mağazalarda her objenin anlamını, neredeyse yapılırken neler hissettiklerine inecek kadar insanlarla sohbet edip, kendimizi kaptırdığımız güne gidiyorum. Başka bir objeye dokunduğumda, annemle yaptığımız keyifli alışverişler ya da bir arkadaşımla olan hatıralarım canlanıyor. Doğal taşlar, çiçekler, kitaplar, çay fincanlarım, kupalar, porselen demlikler. Dokunduğum her yerde yüzümde tebessüm olan, içimi ısıtan ailem, bana değer veren dostlarım, arkadaşlarımın varlığına şükrediyorum.
İşyerinde, masamın üzerinde her daim iş stresini unutturacak bir çiçek, doğal taş, bazen su içinde lavanta yağı bazen minicik bir fanusta dertleştiğim balığım olurdu. Dönem dönem objeler değişse de mutlaka kafamı kaldırdığımda beni robotlaşmaktan kurtaracak, yorgunluğumu bir nebze unutturacak bir varlık göz kırpardı. Masam, beni ben yapan, başkalarından ayırt eden olduğu gibi, belki de karşıdaki insanlara bir tutam huzur vermek vazifesini de üstlenirdi.
Herkes tarafından bilinen zevklerin yanı sıra, kendine ait özel alanı olmalı insanın. Şehrin siluetinde bir köşesi olmalı… Dertleştiği bir ağacı, derin derin nefes aldığı bir sahil, göl kenarı, ibadet ettiği bir mabedi… Kendine özel lezzet köşeleri olmalı, bir yudum çay, belki simit, ya da bir muhallebicisi…
Akşam olup, el ayak çekildiği vakit, ebeveynlerin dinlendiği bir köşesi olmalı, sadece kendilerine özel fincanlarıyla yudumlarken kahvelerini, günün yükünü muhabbetle, bazen de susarak bir çift gözdeki anlayışla atmalı, yeter ki paylaşmalı…
Sıradanlaştıkça, ruhumuzda ölen estetikle birlikte yaşama sevinci ve ahenk de bitiyor. Günün uygun bir saat diliminde kendimize yapacağımız bir nefeslik yolculuk, bize neşe, huzur, derinlik, bakış açısı katacaktır. Aile içinde paylaşılan değerler katlanıp, büyüyerek gelecek nesillere tevarüs edeceği gibi, modern dünyanın hengâmesi içinde, eşler arasında yükselen duvarlar yıkılacak, yabancılaşma tehlikesi yok olacak, ilişkiler ilk gün ki gibi, kördüğüm gibi sevgi, saygı, muhabbetle devam edecektir.
Cebinizde çok para olup olmaması değil mesele, yeter ki letafeti üretmeyi, ürettiğinizi yürekten vermeyi bilin… Birisi ile bir ortamda vakit geçirdiğinizde, bedeninizle değil ruhunuzla orda olun. Geçtiğiniz yerlere varlığınızın gücünü kazıyın, yüreklerde derin sevgiler inşa edin. İnsanları değersizleştirmek sıradan herkesin işiyken, siz farklı olun insana değer vermekte ustalık kazanın.
Sizin rafine zevkleriniz neler? Ne kadar estetik olabiliyorsunuz? Güzeli seçme, güzele dair yetenekleriniz var mı? Evinizde en sevdiğiniz köşe, eşyaya sadakatiniz, geçtiğiniz bir şehir, şirin bir ilçe, bazen bir köy kahvesinde bıraktığınız iz, oralardan sizde kalanlar… Peki ya insanların hayatlarına dokunuşlarınız…
Nesnelerin, doğanın, yaşamın içindeki, zarafeti ve büyüyü görebilmek, hayatı daha yaşanabilir hale getirmek dileğiyle…
İnsanın insana değer vermeyi bile unuttuğu şu dönemde eşyaya dahi mana yüklemeyi, hayattan zevk almayı, anı yaşamayı, geçmişe dair güzel anılar biriktirmenin ehemmiyetini anlatan bu muhteşem yazınızda kendimi bi düşünmeye aldım ne kadarını uyguluyorum hayatımda diye kaleminize yüreğinize sağlık .