İnsan topraktan gelmiştir ya, toprakta huzur bulur yine. Ne kadar kaçarsa kaçsın, ölümden kaçış olmadığı gibi topraktan kaçış da yoktur. Er ya da geç bir tutam toprağın peşinde koşar. Altın, döviz bozdururcasına ata dede toprağından vazgeçer, kendi toprağına sahip çıkmaz bir süre sonra büyük şehrin hengâmesinden kaçıp, kira ile hobi bahçesi edinir. Kendi köyünün yolunu bilmezken, yaş aldıkça nefes alacak köy arayışına girer. Büyük alanlar içerisinde, doğaya hâkim, köy kahvaltısı mekânlarını tercih eder. Kimisi de bir karış toprağı korumak, ekip biçmek için ömrünü verir, saçının her bir telindeki beyazlar onun mücadelesinin şanlı destanıdır.
‘’Orda bir köy var uzakta’’ diyebileceğim bir köyüm yok. En son ne zaman köy gördün deseniz ilkokul yıllarıma uzanır. Geçen yıl ilk defa köy tecrübesi edinmeye başladım. Manevi ebeveynim dediğim kıymetli aile dostlarımızın rehberliğinde İstanbul, Şile taraflarının köylerini gezdik yaz boyunca. Salgın dolayısıyla evde kaldığımız sürece de geçen yazın fotoğrafları, hayatı eve sığdıran yaşanmış mutluluklar oldu benim için.
Köy kahvelerinde içilen lezzetli çaylar, ıhlamur ağaçlarının gölgesi, mübadillerle yapılan tarihi sohbetler. İnsan okuyarak mı, gezerek mi, yaşayarak mı tarih öğrenir? Yaşayarak tarihe iz bırakır, araştırmacı tarihçileri okuyarak öğrenir, gezerek tarihi hafızasına kazır.
Bu hafta sonu rotamız İstanbul’un batısıydı. Katırtırnakları tepecikleri örterken, patikalar bu hoş rayiha eşliğinde akıp gitmekteydi. Ayçiçeği ile güneşin aşkına şahitlik etmek, yol kenarlarını süsleyen oya gibi süslü karaçalının yapraklarına hayran kalıp, bu adı niye takmışlar sorusunu sorarak ilerlemek günün beyin jimnastiğiydi. Dallardan dökülen erikler, çalıların arasında bize göz kırpan kıpkırmızı böğürtlenlerden tatmak. Horozibiklerinin arasında fotoğraf çekilip, doğanın içinde var olmak. Yeşil daracık patikaların sonunda, durgun bir göl, bazen mavi dalgalarla kucaklaşmak heyecan vericidir.
Kimi zamanda bir bahçenin ortasında sanat eseri gibi inşa edilmiş odun yığınları ateşe verilmeyi bekler, mangal kömürü olmak üzere… Yol kenarında aheste süzülen kaz sürüleri göz doldururken, ilk defa manda görenler için, fotojenik mandalar poz verir adeta.
Bazı coğrafyalarda hüznü iliklerinize kadar hissedersiniz. Farklı bir sükûnet vardır. Çatalca sınırları içindeki Çakmak Hattı çevresi gibi… Sürülmüş bir tarlanın ortasında, uzaklarda garip, kimsesiz duran bir savunma hattı. 2. Dünya savaşının çıkacağı anlaşılınca, gelebilecek bir Alman saldırısından korunmak için büyük asker Mareşal Fevzi Çakmak tarafından yaptırılan Çakmak Hattı’na ulaşabilmek için tarlanın tüm engebelerini aşarken, nereye ve neden gittiğimizi anladım desem yalan olur. Yanına vardığımız vakit, yaşadığım duygu yoğunluğunu tarif etmek mümkün değildir. Ürkek ilk adımı atarken, içeri girdikçe koruganlar, mevziler, cephane sevkiyatı için düşünülmüş siperleri görünce, girişteki ürkeklik çıkışta kendini tarifsiz gurura bıraktı. Tarihime olan düşkünlüğüm, tarihi kişiliklere duyduğum şükran, büyük saygı zirvelere ulaşmıştı. Okuduklarını sahada yaşamak, hissetmekten başka bir tarifi olamaz sanıyorum.
Kafamı kaldırıp, şöyle bir gökyüzüne bakınca, kayıp giden parçalı bulutlar, çorak bir tarla, çevrede yaprak, çalı varken tek bir çiçek kök vermemesi kendimce anlamlar yüklememe sebepti. Sahipsizlik miydi beni etkileyen, tarihten akan hüzünlü hikâyeler mi? Turizm, tarih değeri olarak korunma altında olsa, tarihini açıklayan bir tabela olsa ne hoş olurdu.
Bu duygu yoğunluklarıyla yol bizi Dağyenice Alaiye Şehitliği’ne götürdü. 1912'deki 1'inci Balkan Savaşı'nda Osmanlı Devleti, kendisinden ayrılarak ayaklanan Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ'a karşı savaşa girer. Düşman kuvvetleri Çatalca'ya kadar ilerler. Bir gece önce düşmanı püskürten yol yorgunu Alaiye Redif Taburu, Dağyenice Köyü civarında, mevzilerde konuşlanarak dinlenmeye çekilir. Mevzilere sızan Bulgar askerleri süngü hücumu ile uykudaki Alaiye Taburu'na saldırarak 657 askeri şehit eder. Saldırının ertesi günü karşılık verilir ve Bulgar ordusu ağır kayıplarla geri çekilir.
Zaman tünelinde yolculuk ederken, köylülerle anlamlı sohbetler ediyoruz. Yol kenarında fotoğraf çekerken selam veriyor insanlar. Hep güler yüzlü, naif, sırrı toprak mıdır bilinmez. Gezimizi aile kökeni yüz yirmi yıla dayanan, aynı coğrafyada yaşamaya devam eden, değerlerini koruyan, Suzan Ablanın çiğ böreği, hoş sohbeti ile nihayete erdiriyoruz. Her masada çiçekler, Türk bayrağı, Atatürk fotoğrafları milli bayram coşkusu yaşatıyor adeta.
Güzel yurdum tepeden tırnağa ne özelsin, ne güzelsin…
Uzaklarda değil, herkesin ulaşabileceği ölçüde köyler var. Topraklarının altında yatan, eşsiz bir mücadelenin şahidi derin tarih… Yeter ki biz o köy türküsüne kulak verelim, sahip çıkalım.
Ah köyüm güzel köyüm ,
Çocukluğumun toprağa, bağa, bahçeye hasret kaldığı dönemlerde eşim sayesinde bir köyüm oldu nefes alacağım bir bahçe ruhumu sakinleştirdiğim temiz hava ve gösterişsiz doğal samimi bir çok dostluk .. yazınız bana yine iş yerinde yoğunlukların arasında kahve molası ile şeref verdi uçurdu götürdü gezdiğiniz köye kaleminize sağlık 🙂