Kendince bir hayatı vardı. Kimselere muhtaç olmamanın ötesinde, oldukça variyetli, güçlü, yakışıklı bir eşi, çocukları, ailesi… Coğrafya kaderdir hesabı, annesinden, atasından gördüğü kadar yaşıyordu hayatı, taşımaya alışkın olduğu kendini yormayan yükleri ile. Belki de kimselere ses çıkaramadığı yüreğindeki hüzünler ile.
Kamu spotları, erken teşhisin önemini vurgulayan haberler, afişlerden bir haberdi bugüne kadar. Uzun yıllardan sonra bir kez daha anne olmanın mutluluğunu yaşamasına fırsat kalmadan, hekimlerin gözlerindeki kararan bulutları andıran ifade, sessizlik, fırtına öncesini andırıyordu adeta. Bu doğumu yapmasa hastalıktan hiç haberi olmayacaktı.
Beklemesini onlar kadar bilen yoktur. Koridor sonlarında açılıp kapanan kapılar, köpüklenerek uçan, uzaklarda kaybolan beyaz önlükler, muayene odasının kapısına ümitle bakan buğulu gözler. Hastanelerin kokusu, rengi, atmosferi ağır olduğu kadar bir de yükü ağır olan bölümleri vardır ki insana düşmanımın başına gelmesin dedirten türden.
Ağaçların bile sıhhatine imrenerek ilerliyorlardı hastane bahçesinden karı koca. Belki de yıllarca evli kaldıkları halde birbirlerine bu kadar kenetlenmemişlerdi. Yaşadıkları kentte yetersiz tanı, tedavi riski almak istemeden, her şeyi bırakıp soluğu İstanbul’da almışlardı. Özel hastaneler, üniversite hastaneleri, tüm imkânlar sonuna kadar yılların emektarı, çocuklarının annesi için seferber edilmişti. Bir yıl geçti hastane köşelerinde.
Hüzün yaşam biçimi, kader olmuştu, her zamankinden ağır şekilde. Sabır tek yol arkadaşları idi, yanında dua ve ümit. Şöyle yıllardır yapmadıkları, eksik kaldıkları bir şeyleri paylaşıp, denizin kenarında el ele yürümek istedi, yüzü gülmeyen adam, içindeki fırtınaları denize bırakmak, dertleri sulara akıtmak istercesine. Vapura binip, kendini dalgaların içinde kaybetmek istedi. Oysaki kadın kıyıya küsmüş deniz gibi kendi içine kapanıp, kendi dünyasında kalmak istiyordu, yorgundu. Olmak ya da olmamak arasındaki ince çizgi üzerinde yürüyordu. Kimyasal tedaviler, ışın tedavileri, ruhen ve biyolojik olarak yaşadığı değişiklikleri sinirleri kaldıramıyordu artık. Bunu da sırtını dayadığı yüce bir dağ gibi gördüğü kocasına ifade edemiyordu.
Neler yaşıyordu iç dünyasında. Kaybolmak mı, kaybetmek mi. Bir noktadan sonra söylenen her söz kendisine iğne gibi batarken, sanki istese kocası dağları devirir kendisini iyileştirir gibi de bir hırçınlığı vardı içten içe. Yıllar geçmiş hastalığın izi, sinsiliği yakalarını bırakmamıştı üçüncü evre, yeniden başlayan tedavi süreçleri.
Televizyon kurdu olmuştu adeta. Nerde hangi hekim, profesör var, nasıl tedavi yapıyor. Etrafta duyduğu hastalardan izlemek istediği yöntemler. Ömründe yemediği kadar sebzeye düşmekler, diyetler derken kendisini uyaran ailesini kırıp geçiyor, can benim canım sizin umurunuzda mı hesabı her yönteme başvuruyor, illet hastalığın en sevdiği durum, vücut direncini düşürüyordu.
Ardından tekrar eden tedaviler. Yol hiç bitmiyordu. Sonu bilinmeyen uçsuz bucaksız bir bataklığa çekiliyor gibi hissediyordu kendini. Herkesle her şeyle savaş halinde idi. Belki de hayatında hiç olmadığı kadar bencil bir insan olmuştu. Gözünün nuru çocuklarını bile kırıp döküp geçiriyordu. Hayata tutunma savaşı veriyordu.
Bir tarafta artık genç kız olmuş, kendi hayatlarını kurma telaşında olan kızları annelerinin karşılarında her gün çektiği azap karşısında kahroluyorlardı. Işık yoktu sanki hayatlarında, yaşadıkları yorgunluğun tarifi mümkün müdür? Çocuklarının felaketini şiddetle hisseden anne, ıstırabını aynen iade eder, böylece keder; anneden çocuğa, çocuktan anneye intikal ederek her defasında bir çığ gibi büyür.
Zaaflarından öte metanetini gösterdiği, dışarda dünyaları karşısına alırken evine girdiği anda merhamet deryası olan adam omuzundaki yüklerin altında eziliyor gibi hissetse de bazen nefes alamayacak kadar boğulsa da evi toparlayan, neşesini getiren, korkmayın ben geldim dercesine ailesini gölgesinin altında toparlayan tek dengeydi. Hayatlarını kontrol altına alan bu hastalık karşısında, her an bir şey olacak korkusu, çocuklarını yalnız bırakmamak endişesi ile evden dışarı çıksa da çok geç olmadan işlerini toparlayıp dönüyordu. Beyni vücuduna ağır geliyordu artık. Ömrü boyunca imkânsızı tanımamış, hareketli yaşamış birisinin elinin kolunun böyle bağlı olması oldukça ağır imtihandı. Hamt ve tevekkülü sonsuz, lakin bir o kadar da yorgundu.
Büyük bir hastalık geçirmeyenler, büyük bir hastalığı yaşayan bir bireyin yakını olmayanlar, her şeyi anladıklarını iddia edemezler. Bir hastayı en iyi aynı hastalığı yaşayan bir başka hasta anlar. Istıraba ve kadere boyun eğmeye o kadar alışır ki insan, zaman en büyük düşmanıdır. Tıp yapacağını yaptı, bundan sonrası ilerlememesini ümit etmek, zamana bırakmak dedi ise hekim; zaman yerinde dursun da bir gün daha ıstırabım ile yaşayayım ya da daha kaç yıl bu hastalığın, tedavinin izleri ile inleyerek yaşayacağım hesabı yaparak ağrıları, ruhunun kanayan yaraları ile pamuk ipliğine bağlı yaşamak…
Uzun bir yol hikâyesi nerde ne zaman nasıl biteceği bilinmeyen… Oysaki:
*Erken tanı hayat kurtarır*
Sizin yazılarınızı hasretle beklerken bazen ruhumun sıkıntısını gidermek için tekrar tekrar eski yazılarınızı okurum. Bu yazıda bugünün tekrara düşenlerindendi. bi not bırakmadığımı farkettim ve notumu bu şekilde iliştirmek istedim . Bir hastalığın savaşı anlatılırken dostluk bağlarının önemini bir kez daha en derinden hissettim kaleminize yüreğinize sağlık 🙂