Birinci Gün
“Hayat kısa kuşlar uçuyor” diyor Cemal Süreya. “Gönlümdeki kuşlardan ne haber dedim?” kendime. Bugün efkâr kuşu misafir gönlüme. Geldi kondu gönlümün tellerine. Ciğerimi yaka yaka feryad ediyor. Arkadaşı hüzün kuşu da yanı başında, eşlik ediyor bu hazin besteye.
Efkâr bastı derler ya işte öyle. Hüzünle beraber çöreklendiler yüreğime. Kendimi dışarı atmak istiyorum. Şehrin sokaklarını yorulana kadar yürümek istiyorum. Ayaklarım şişene kadar yürümek… Feryadımı dinlesin diye Aziz İstanbul’un güzide mekanları, Allah’ın kelamını sesli sesli okumak istiyorum. Eyüp Sultan’da, Fatih’te ya da Üsküdar’da toprağın bağrında yatanlara seslenmek istiyorum. Acaba kaçı mesud gitmiştir bu dünyadan. Hayattayken efkâr basmış mıdır gönüllerine? Hüzünlerini yok edebilmişler midir? Kaçı vuslat bulmuşdur huzurla, mutlulukla merak ediyorum?
Kendimi yollara attım. Sakızağacı Şehitliği’nde aldım soluğu. Hürmet ile selam vererek girdim kavuşmuşlar diyarına. Herkes Rabbi ile vuslat bulacak mıdır bilmem ama ya canını vererek ya da ölmeden önce ölerek şehitlik payesine kavuştuğuna hüsn-ü şehadet ettiklerimiz Şehitlik’te istirahat ediyorlar. Onlar Cemâlullah’ı temaşa etme şevki içerisindelerdir Allahu alem. Hissettiğim şu, huzur hâkim her yerde. Ya benim içimde? Efkâr ve hüzün hüküm sürüyor hâlâ. Gözyaşlarım yağan yağmura karışıyor. Şehre bahar yağmurları yağıyor, toprak yeniden diriliyor. Bende ise efkâr bulutları ve gönlümün yağmurları. Bu yağmur beni de diriltmeli. Can vermeli çorak topraklarıma.
İçimin derinliklerinden bir sadâ duyuyorum: “Üzülme diyor üzülme! Efkâr; senden gitmiş aklı, başına getirir. Gönlünde uçuşan kelebekleri öldürür belki ama boş hayalleri bitirir. Efkâr, gönlünün sana ettiği oyunlardan korur, nefsine ve şeytanına karşı diri tutar seni. Sakın üzülme! Efkâr, içinde mahcubiyet ve pişmanlık taşır bunlar da seni selamet sahiline erdirir.”
14.000 adım atmışım bugün. Kalp sağlığı için önemli ve elzemmiş yürümek. Gönül ve ruh sağlığı için de öyle olsa gerek. İnsan yürürken yüklerinden kurtulur gibi oluyor. Yine bir ezgi hücum ediyor ansızın. Gönül yangınlarına karışıyor kelimeler: “İçimdeki bu ateşi / Nerelerde sırlarım / O güzel bakışını / Ölsem de hatırlarım”
İkinci Gün
Sırlamak ifadesinde kaldım dünden beri. Ne latîf bir kelime. Kapatmak, örtmek gibi manaları var ama sırlamak hakikaten ruhuna dokunuyor insanın. “Kapıyı, pencereyi sırla” diyen ecdadımıza rahmet olsun. Nezaketli bir ifade vesselam.
Toprağın bağrına sırlarız öte aleme göçenlerimizi. Ya sırlarımızı? Onları da sırlamamız tavsiye ediliyor okuduğum kadarıyla. Hem bize ait hem de insanlara ait sırları sırla! Mevlam, Settâr değil mi? Ayıpları sırlayan, setreden, örten, kimsenin bilmesine müsaade etmeyecek, kulunu utandırmayacak şekilde üstünü kapatan değil mi Allah! Ramazan-ı Şerif’in ortalarındayız. Mağfiret zamanları Efendimiz’in bildirdiği üzere. Mağfiret de kulun günahını, ayıbını yok edip yerine sevaplar, haseneler yazma işlemi değil mi? İnşallah cehennem azabından kurtulma günlerine de ereriz ve kıymetini biliriz.
Her akşam Mustafa Özdamar’ın “Habîb-i Hüdâ” adlı eserinden bölümler okuyoruz. Uyku düzensizliklerinden dolayı her gün katılamasam da Muhammedî neşeden nefesleniyoruz kardeşlerimle. Bugün her cümlesi özenle seçilmiş “Yâ Hazreti Fahr-ı Âlem” başlıklı bölümü okuduk. Ahmed Sarban Hazretleri’nin (vefatı 1545) Efendimiz’e karşı muhabbet ve aşkını dile getirdiği satırların zevki sardı ruhumuzu: “Aylar, güneşler, yıldızlar ve galaksilerle süslü gökyüzü harika bir çadırdır. İpsiz ve direksiz olan bu görkemli otağ senin için kurulmuştur Yâ Rasulallah”
Üçüncü gün
“Balık ile Dolunay” adlı hikaye üzerine çalışıyorum. Yarım kalmış yazıların muhafızıyım diye düşündüm bir an. Her yer köşe bucak notlarla dolu. Bitmemiş, yarım kalmış yazılar hayatımın özeti aslında. Hep bir yanım yarım, işlerim yarım yamalak. Ne zaman tamamlanırım bilmiyorum. Tamam olan var mıdır günümüz dünyasında onu da bilmiyorum.
Şakir Kurtulmuş Ağabey şu an hastanede. Salgından mütevellit tedavi görüyor. Ona söz verip de tutamamanın mahcubiyeti bu yarım kalmış yazılar. Şakir ağabey sıhhatine kavuşur, yazılar tamamlanır ve üzerinde birlikte mütalaa ederiz inşallah. Allah, cümle kullarına şifalar ihsan eylesin.
Recep Seyhan Hocamız'ın “Bana Hikaye Anlat-ma” isimli kitabı epeydir elimde. “Hikaye nedir?” “Öykü nedir?” “Anlatı nedir?” anlamaya çalışıyorum. Misaller ile insan daha güzel kavrıyor herhalde olup biteni! Diyor ki Recep Seyhan: “Güzel bir hikaye cümlesinin içinde mini öyküler, diril(til)miş hayatlar vardır. Buna, Mustafa Çiftçi’nin “Ah Mercimeğim” adlı öyküsünde geçen bir cümle üzerinde bakalım: “Aslı geldi, bana baktı; ama öyle ezerek değil, ipek kumaş seçer gibi, tül perdeye dokunur gibi baktı.”
İnsanlar da birbirine böyle baksa. Sevgiyle, muhabbetle, aşkla, rikkatle bakabilse. Sesini değil sözünü yükselterek, kelimelerine mülayimlik katarak, karşısında bir can olduğunu düşünerek konuşsa, hayat hikayemiz daha güzel olurdu kesinlikle. Son günlerde çok kullanılan tabirle travmalardan uzak huzurlu bir hikayemiz olurdu. Ezmeden, üzmeden yaşar giderdik.
Dördüncü gün
Günlük tutmak iyi geldi bana. “Ağlamak ki; zekâtıdır tüm anlatamadıklarımızın” demiş ya Cahit Zarifoğlu, galiba yazmak da anlatamadıklarımızın gözyaşlarımız vesilesiyle kalem üzerinden kağıda akması gibi.
Aklıma günlük bitkisi geldi birden. Özellikle nefes darlığı için kullanılan bir bitkidir. Dert ortağı belleyip, günlüğe yazmak da nefes darlığına iyi geliyor. Nefes almakta zorlandığım, darlandığım bugünlerde Hızır gibi yetişti günlüğüm. Yine günlük bitkisi, hafızanın güçlenmesi ve unutkanlığın giderilmesi için kullanılır. Günlük yazıp o günkü olayları ya da duygularımızı da yazıya dökmek ve kayıt altına almak da aynı işlevi görüyor sanki. Unutmak aslında bir nimet olarak görülse de, acısıyla tatlısıyla bu hayat bizim ve hatırlanmalı bu hikaye, unutulmamalı. Günlük bitkisinin yağı da yaraları iyileştirmek için kullanılır. İçimizi döküp yaralarımızı deşip şifa buluruz inşallah.