Zihni de kim, merak ediyorsunuz değil mi? Hemen söyleyeyim. Çocukluğumun unutamadığım hakiki kahramanı… Peki ne yapmıştı da kahraman oluvermişti gözümde. Bizim, yani abimle kardeşimin ve benim yapamadığımızı yapıyordu. Film çeviriyordu evimizde. Bize de film gösteriyordu. Bana o minik yaşlarımda sinemayı sevdirmişti.
O zamanlar sinema nedir bilmezdik. Radyo henüz evimize girmemişti ve biz ilk büyülü ortama, Zihni’nin getirdiği o filmlerle giriyorduk. Bizim küçük şehrimizde yaşamıyordu Zihni. Akrabamızdı, Nurcan yengemin kardeşiydi ve ailece Diyarbakır’da oturuyorlardı. Diyarbakır efsane bir şehirdi bizim için o zaman, çünkü çok büyüktü. Bizim küçük şehrimizden on defa daha büyük olduğunu söylerlerdi. İnsanların ve binaların haddi hesabı yokmuş. Görmediğim için bir şey söyleyemiyordum ama hayal dünyamda canlandırmaya çalışıyordum. Demek ki bizim sokağımız gibi onlarca sokağı, mahallemiz gibi pek çok mahallesi, Şeyh Mahmud Türbemiz gibi sayısız türbeleri ve küçük mescidimiz gibi sayamayacağımız camileri var. Şehirleri kıyaslamak kolay değil. Görmediğim meçhul bir şehri yaşadığım memleketle nasıl karşılaştırabilirim ki?
Zihni bize yalnız gelmezdi tabii… Annesi ve babasıyla birlikte evimizde misafirlerimiz olurdu. Zira biz akrabaydık. Faris Amca ile Latife Teyzeyi de çok severdim. Faris amca da bazen gittiği ormanlarda karşılaştığı hayvan hikâyelerini bize anlatırdı. Hele kurt ve ayı hikâyelerine hepimiz bayılırdık. Vakit kışsa, kar yağmışsa ve dışarıda rüzgârlar zemheri soğuğunu ahşap penceremize vuruyorsa o hikâyeleri daha bir heyecanla dinlerdik. Saç sobamız ise içindeki odunları çatırdatarak yakıyor ve boruları kıpkırmızı oluyordu. Üşüyenler sobaya yakın oturuyor, yaşlılar ise önlerindeki mangala ellerini uzatmakla yetiniyordu.
Zihni’den bahsediyordum. Bazen annesiyle yalnız gelirdi. Ben bu aileyi yalnız akrabamız olduğu için değil, hayal dünyamı genişlettikleri için severdim. Genelde Latife Teyze, annem ve Nurcan yengemle misafir odasına çekilir kendi aralarında konuşurlardı. Ben, Aydın abim ve Memduh kardeşim ise Zihni’yi ortamıza alır sonra da “Film gösterecek misin?” diye merakla sorardık. O biraz ciddi bir tavır biraz da meraklandıran bir eda ile “Evet, size yeni filmler de getirdim, göstereceğim.” derdi. Nasıl sevinirdim anlatamam, yüreğim pır pır ederdi. Bu küçük harika makinadan seyrettiğimiz filmler sonradan öğrendiğim gibi acaba 35 milimetrelik filmler miydi, yoksa daha küçük aletlerden çıkan görüntüler mi bilmiyorum?
Hemen tezgâhı oturma odasında kurardık. Öncelikle beyaz perde gerekiyordu. Duvara perde asıldıktan sonra Zihni, çantasındaki film makinasını çıkarır sonra da şeritlerini sarar ve filmi göstermeye hazırlanırdı. Bizim heyecanımızı fark eden yengemiz yanımıza gelir, “Hadi siz uslu uslu burada film seyredin, ben de size çay yapıp getireyim.” Aman ne saadet… Hem film seyredeceğiz, hem de çay ziyafetine konacağız… Evet çay içmek bir ziyafetti o zaman. Zira o kadar yaygın değildi o zaman bu içecek. Şimdi her yerde bulunan, her kesin içtiği bu mübarek nimet, o zaman istisnai durumlarda, mesela eve ağır misafirler geldiği zaman hazırlanan bir büyük ikramdı.
Ve Zihni ağır bir tempo ile makinasını hazırlarken ara sıra yüzlerimize bakıyor, heyecanımızı âdeta ölçmek isterdi. Haklı olarak bizim heves ve isteğimizi merak ederdi. Yıllanmış bir rejisör gibi makinasını siler, aksamını siler, sonra yavaş yavaş döndürmeye çalışırdı. Tabii bu arada bize de talimat verirdi. “Konuşma yok, o zaman anlaşılmaz. Herkes sussun!” Baş üstüne! Kim itiraz edebilir ki… Zira misafir de olsa bu evde ve o anki odamızda reis oydu. Sözünü elbette dinleyecektik. Yaşlarımız birbirine yakındı. Akranı olduğum için daha ziyade benimle konuşurdu: “Lambayı kapat!” Hemen kalkar elektrik düğmesine basardım. Dipte olan izbe odamız daha da karanlık olurdu. Ve film başlardı.
Film konularını hayal meyal hatırlıyorum ama bende en çok iz bırakanlar, Kızılderilileri anlatan hikâyelerdi. Niçin bilemiyorum ama o filmlerde beyazların habire öldürdüğü Kızılderililere çok acırdım. Erken uyanmış bir bilinç mi, bir minik feraset mi bilmiyorum ama beyaz adamların Kızılderili vatandaşlara zulmettiğini düşünüyor. İçimden onların yenilmemesi için Allah’a dua ediyordum.
Filmlerin altyazıları vardı ama biz anlamazdık. Aslında Zihni de bilmezdi yabancı dili ancak filmin akışından bir meram çıkarır ve bize de konusunu anlatırdı. Yani canlı seslendirme yapardı. “Şimdi kovboylar gördüğünüz gibi büyük kayaların arkasına saklandı. Önlerinden geçecek olan Kızılderilileri tek tek öldürecekler.” Hakikaten öyle olurdu az sonra at üstünde koşturan Kızılderililer, beyaz adamların tabancalarından çıkan kurşunlarla tek tek attan düşüyor ve yere düşüp ölüyorlardı. Benim içimde hüzün, yüreğimde acı… Niçin böyle pusu kuruluyordu bunlara? Neden başa baş karşı karşıya gelip mertçe savaşmıyorlardı? Çünkü genelde Kızılderililer daha kalabalık olmalarına rağmen azınlıkta olan beyaz kovboylar tarafından mağlup ediliyordu. Kovboyları kibirli görüyor, onlardan hazzetmiyordum. Hatta zalim olduklarını düşünüyordum. Çünkü hep insan öldürüyorlardı. Üstelik çoluk çocuk fark etmeden, yaşlı kadın demeden. Onlara göre siyah derililerin hepsi düşmandı, kötüydü ve öldürülmeleri gerekiyordu. Ben böyle düşünmüyordum. Filmler genelde beyazların zaferi ve Kızılderililerin mağlubiyeti ile biterdi. “The End” yazısını görünce de filmin sona erdiğini anlardık.
Zihni’yi severdim, bize film göstermesini de isterdim. Ama filmlerin konularından doğrusu hoşlanmazdım doğrusu. Merhametten, şefkatten ve sevgiden uzaktı bana göre. Bir gün ben de “sinemacılığı” öğrenirsem tersini düşünüyordum, Kızılderililer savaşı kazanacak o beyaz zalim kovboylar ise mutlaka kaybedecekti. Bakalım bunu yapabilecek miydim?
Aradan yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçti. Şimdi o günleri hayal meyal hatırlıyorum. Çocukluğumda unutamadığım sahnelerden biri de film gösterimleriydi. Ailemize mahsus, dördümüzün seyrettiği özel gösterimler, galalardı âdeta. Ve o merasimin verdiği heyecan mümkünü yok asla tarif edilemezdi. Film bittikten sonra Zihni muzaffer bir komutan edasıyla makinasını toplar, çantasına koyar, biz de duvardaki beyaz perdeyi alır yerine asardık. O arada yengemiz de çaylarımızı getirmiş olurdu. Sevinçle beyaz şekeri bardaklarımıza atar, sonra da kaşıklarımızla çaylarımızı karıştırmaya başlardık.
Uzun yıllar gelip geçti o hayatımızdan. Bir gün Diyarbakır’a gitmiştim. Zihni’yi arayıp bulmuştum. Latife Teyze artık hayatta değildi. Ama bizim dostluğumuz devam ediyordu Zihni ile. O akreplerinden korktuğumuz taş evlerinde mi ziyaret ettim arkadaşımı yoksa başka yerde mi hatırlamıyorum. Abisi merhum Hacı Rıdvan’dan mesleği öğrenmiş, elektrikçilik yapıyordu. Çoluk çocuğa karışmıştık ikimiz de. O görüşme esnasında kendisine, evimize gelip bize film gösterdiği günleri hatırlattım. “Unutmadım ki…” diye karşılık verdi. Ben biraz da merakla “Zihni, sinema tutkun devam ediyor mu hâlâ?” diye sordum. Derin bir iç geçirdi. Sonra da karşılık verdi: “Evet, ama artık kimseye film göstermiyorum. Sadece kendim evde seyrediyorum. Bazı alışkanlıklar kolay terkedilmiyor.” Sevinmiştim doğrusu. Çocukluğumun zihin dünyasını süsleyen o merakın sürmesi beni de mutlu etmişti.
Zihni’nin o özel gösterimlerinden sonra ailece mahallemizin yukarısındaki Gazi Sineması’na gittik. Ömercik’li Ayşecik’li filmleri seyrettik. Sonra delikanlılık dönemimizde hafta sonlarında Özgen Sineması’nda 4-5 filmi ard arda seyrettim. Yazlık sinemaların ise tadı başkaydı. Açık havada o filmleri seyretmek daha keyifliydi. Bazen yüksek yerlere çıkar oradan bedava seyretmeye çalışırdık filmleri.
Büyüdük, yetiştik, İstanbul’a gelip yerleştik. Hem merakım yüzünden hem de mesleğim gereği bol bol sinemaya gittim. Galalarda bulundum. Gazetecilik dönemimde Türkiye’nin anlı şanlı aktörleriyle röportajlar yaptım. Bazı yönetmenlerle dostluklarım oldu. İstanbul Film Festivali’nde, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yeni sanat filmlerinin özel gösterimlerinde davetli seyirci olarak bulundum. Çemberlitaş’ta, Beyoğlu’nda, Mecidiyeköy’de büyük sinema salonlarında ödüllü filmleri seyrettim. Elbette her birinin farklı bir tadı, değişik bir zevki vardı. Ama çocukluğumda, o beş altı yaşlarımda Zihni’nin bize gösterdiği filmleri hiç unutamadım. Onların lezzeti bambaşkaydı sanki. Belki iptidai, acemi ve çocukça idi ama zihnimde yer eden, gönlümde tutunan, yüreğimi kaplayan özge filmlerdi onlar. Ne hafızamdan, ne de kalbimden çıkaramadım onları. Tıpkı çocukluk arkadaşım Zihni’yi unutamadığım gibi.
Yeğenim Saide sağ olsun, yardımcı oldu, uzun yılların ardından, Zihni’nin telefonunu buldum. Kendisini aradım. Haklı olarak önce çıkaramadı, kendimi tanıttım, hâl hatır sorduktan sonra telefonda muhabbetimizi tazeledik. Maziye daldık, eski sinema merakını sordum. “Devam ediyor.” dedi. Şaşırdım ama sevindim. İnsanın itiyatlarına sadakat göstermesi güzel bir haslettir. “Bak görüyor musun? Yarım yüzyıl önce bize gösterdiğin o filmleri ben de hiç unutmadım, tabii seni de, akrabalığımızı da… Oturup bir de hikâyesini yazdım o günlerin. Bu ilhamı bana veren sensin. İyi ki varsın aziz kardeşim, iyi ki seni o zamandan beri tanıdım, unutulmaz arkadaşım Zihni.” dedim. O da yıllar sonra gerçekleşen bu sürprizden ve buluşmadan mutlu olmuştu. Aslında hayat da bir film şeridi gibi değil mi? Sürekli değişen kareler ve insanoğlunun değişmeyen kaderi… Bu yönüyle bakarsak sinema bir ibret vesikasıdır aslında. Çağımızın büyük gönül fatihi bir kitabında ne diyordu: “Ara sıra ibret için sinemaya giderdim.” Demek ki bir film insana ibret verebiliyor. Tabii hissedebilene ve düşünmesini bilene…
15 Nisan 2021.