Her vefat üzücü, hatta düşündürücüdür. Ama bazıları silkeleyici, sarsıcıdır. Tarihimizi milletimize ama en çok da gençlerimize sevdiren büyük romancı, yazar, gazeteci, hatip Yavuz Bahadıroğlu, Rabbinin davetine uydu ve başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere sevenlerinin dualarıyla Eyüpsultan’da toprağa verildi.
Bahadıroğlu’nun şüphesiz en büyük hizmeti, bize eğri büğrü öğretilen tarihimizi en doğru şekilde kaleme alması ve nesilleri bu şuurla yetiştirmesi, eğitmesi olmuştur. Ben de birçok kişi gibi onun romanlarıyla yetiştim. Bugün mazimizi seviyorsak, ecdadımıza sahip çıkıyorsak büyük ölçüde Bahadıroğlu gibi iyi yazarların eserlerini okuduğumuz içindir. Zira eskiden resmî tarihte Osmanlı’ya iyi gözle bakılmaz, padişahlarımız karalanırdı. Dünyada eşi olmayan bir hadise. Ama şükürler olsun ki o günler geride kaldı. İşte Yavuz Bahadıroğlu gibi yazarlar, sivil tarih anlayışının temsilcilerinden biri olarak emin adımlarla yürümüş ve nesillere doğru tarihi aktarmıştır.
Onlu yaşlarda romanlarını memlekette okumaya başladığım Yavuz Bahadıroğlu’nu ilk görüşüm ve kendisiyle tanışmam 1978 yılında oldu. Aynı gazetede çalışırken onun asıl adının Niyazi Birinci olduğunu öğrendim. Tarihî romanlarını Yavuz Bahadıroğlu müstearı ismiyle, çocuk kitaplarını ise Niyazi Birinci adıyla kaleme alıyordu. Kendisini çok sevdim ve nerdeyse bütün eserlerini okudum.
Yazarımız 1945’te Rize Pazar’a bağlı Hisarlı köyünde doğmuştu. Ortaokulu 1960’ta bitirmiş, gemicilik (1961), balıkçılık (1965), çay eksperliği (1970) yapmıştı. Yeni Asya gazetesinde muhabir, istihbarat şefi ve yazar (1971) olarak bulunmuştu. 1981’den itibaren Yeni Nesil’de yazmış, Can Kardeş dergisinin Genel Yayın yönetmenliğini üstlenmişti. Türkiye Milli Kültür Vakfı, Türkiye Yazarlar Birliği ve ESKADER tarafından ödüller almıştı. Yazdığı 100 civarında çocuk romanını çeşitli imzalarla yayımlamıştı. Bahadıroğlu’nun dışında Veysel Akpınar, Şeref Baysal, Bahadır Alp, Nurcan Sevinç imzalarını da kullanmıştı.
Tarihî roman, hikâye, deneme, araştırma, oyun ve çocuk kitabı olmak üzere birçok eseri bulunan Yavuz Bahadıroğlu’nun başlıca romanları şunlar: Buhara Yanıyor (1974), Elveda Buhara (1975), Kırım Kan Ağlıyor (1976), Şirpençe (1976), Yolbaşı (1977), Dördüncü Murad (2 cilt 1982-83), Sunguroğlu (1988), Turgut Alp (1989), Endülüs’e Veda (1990).
EN ÇOK OKUNAN YAZARLARIMIZDANDI
Kitapları defalarca basılan ve Türkiye’de satış rekorları kıran Bahadıroğlu’nun romanları sadece tarihle alakalı değildir. Onun toplum hayatımızın meselelerini işleyen ve Türkiye’nin 80 öncesi ve sonrasında meydana gelen gelişmeleri tespit eden sosyal romanları da vardır. Ne var ki, daha çok tarihî romanlarıyla tanındı ve bu romanlarıyla sevildi. Çok geniş bir okuyucu ve hayran kitlesine ulaştı.
Tarihî roman yazarı diyoruz ama Bahadıroğlu bu ayırımı kabul etmiyor ve şöyle diyordu: “Ben dileklerini, düşüncelerini, görüşlerini kısacası mesajını romanla veren bir insanım. Gün gelir malzemelerimi tarihten alırım gün gelir sosyal hayattan. Sosyal hayatı yazarken ister istemez politikaya girer insan. Ama bu o gün için politikadır. Ama bu o gün için politikadır.”
Bahadıroğlu öncelikle romanın, daha doğrusu romancının bir arayış içinde olduğunu kabul ediyor, “Roman hâlâ kendini arıyor. Tabiatıyla romancıyı da peşinden sürüklüyor. Bize has olanı bir yakalayabilirsek. Ama ‘ithal’den ‘yerli’yi çıkarmak fevkalade zor. Belki bu yüzden tekliyor. Yine de sahnenin boş olduğunu iddia etmek fazla kötümserliktir. Bazı parıltılar görülüyor, bazı emareler de seziliyor.” diyordu.
Kendisiyle yıllar önce iki röportaj yapmış ve bunları Romancılar Konuşuyor kitabıma almıştım. Yazarımız orada hayatını, sanat anlayışını, muhtelif romancılar hakkındaki düşüncelerini açıkça belirtmişti.
BEDİÜZZAMAN’IN DUASINI ALMIŞTI
Yavuz Bahadıroğlu, özellikle ilk dönemde verdiği tarihî romanlarıyla nesillerin sevgisini kazanmıştı. Tarih şuurunu ve muhabbetini Bahadıroğlu’nun eserlerini okuduktan sonra elde eden yüzbinlerce genç bugün onu rahmetle anıyor, saygıyla hatırlıyor. Yazarımızın okuma macerası, daha ortaokul sıralarında, sokakta bulduğu bir kitap formasıyla başlar. Öğretmeni okuma yazmayı sevdirir ilkin. Babası sayesinde de Osmanlıcayı öğrenir. Denizci olan baba vasıtasıyla Risale-i Nurlarla tanışır ve yazdığı Osmanlıca nüshayı Bediüzzaman Said Nursi’ye gönderir. Gelen kitapta “Kalemin kılıç gibi keskin olsun!” duası yazılıdır. Bahadıroğlu, yazdıklarının okuyucu tarafından iştiyakla okunmasını ve kabul görmesini bu duanın bereketine bağlıyordu.
YAĞMURDA BULUNAN KİTAP
Yavuz Bahadıroğlu henüz çocukken yağmurlu bir günün ikindi sonrası sokakta yarısı kaybolmuş bir kitabı bulur. 12 yaşındadır ve henüz ortaokul öğrencisidir. Eve gelince elindeki yarım kitabı bir çırpıda okur. Kitaptaki sürükleyici anlatım onu büyüler. Elindeki sayfaları bitirir bitirmez, çiseleyen yağmur altında 45 dakika koşarak Pazar ilçesine gider. Doğruca kitapçıya gider ve elindeki kitabı gösterip aynısını ister. Kitapçı “Ne yapacaksın bu gâvur yazarın kitabını, gel sana Müslüman birinin kitabını vereyim!” dese de, ikna edemez küçük Niyazi'yi. Kitapçı, bu sırada içeriye giren ve daha sonra Niyazi’nin öğretmeni olacak bir adam, kitabın Victor Hugo’nun Sefiller romanı olduğunu söyler. Kitapçıda Sefiller bulunmadığı için, daha sonra almak için sipariş verir ve elindeki 2,5 lira ile kucak dolusu kitabı bir fileye doldurup yaya olarak köyüne döner. Çünkü ne köye giden araba vardır ne de arabaya binecek parası… Küçük Niyazi’nin kitapla olan yolculuğu ve okuma sevdası işte böyle başlar. Kitapçıdan aldığı yabancı romanları okudukça merakı ve kitaba olan açlığı, sevgisi daha da artar. Gece gündüz okur daha sonra da yazmaya başlar. Derin ilhamlar ve tarih sevgisi onu Türkiye'nin en çok okunan yazarları arasına katar.
SANAT İNANÇ İÇİNDİR
Yazı yazmayı bir ‘hizmet’, inandığı dava için bir ‘vazife’ kabul eden Bahadıroğlu, bir yazısında sanat anlayışını şöyle özetliyordu: “Sanat, sanat için, inanç içindir. Sanatçı, insanları Ezelî ve Ebedî Sanatkâr’a yaklaştırabildiği ölçüde başarılı sayılır. Sanatçının görevi, cemiyetin özünü aramak, köküne inmek, gerçekler üstü gerçeği bulmak ve sunmaktır. Maksat, Hakk’a ve hakikate hizmet; kalem, takdire mazhar bir vasıta; eser, iyiyi, doğruyu, güzel göstermesi şartıyla muhterem bir mirastır.”
Bahadıroğlu, roman sanatındaki arayışlara ve bocalamalara rağmen yazar pek ümitsiz değildi. Türk romanının işaret taşları arasında başta Nâmık Kemal ve Ahmet Midhat Efendi’yi sayıyordu. Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Halit Ziya Uşaklıgil de önemli isimlerdi. Kemal Tahir, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın iz bırakan ve kendilerinden sonraki nesilleri etkileyen romancılar olduğunu kabul ediyordu. Ama Reşat Nuri Güntekin ve Kerime Nadir için aynı kanaatte değildi.
Bir konuşmamızda hayatını anlatmasını istediğimde, gelip geçen koca ömrü, “Okudum, okudum, okudum, yazdım.” diye özetlemişti. Gerçekten de neredeyse yaşını ikiye katlayan eserleriyle, edebiyatımızın en velut yazarlarındandı. Bir bakıma günümüzün “Hâce-i evvel”i yani Ahmet Midhat Efendi’siydi. Çok farklı türlerde yazıyordu. Romandan hikâyeye, piyesten denemeye, çocuk kitabından ansiklopediye, köşe yazısından edebiyat kritiklerine kadar çok geniş alanda kalem oynatıyordu. Kaleme adanmış bir ömürdü onunki. Kaleme yani kutsal davaya… Onu daha iyi tanımak, destansı hayat hikâyesini, düşüncelerini, sanat anlayışını, ideallerini, mefkûresini ve hayallerini kavrayabilmek için mutlaka eserlerini okumak gerek.
MÜSTEAR İSMİN BABASI BEKİR BERK
‘Yavuz Bahadıroğlu’, gerçek isminin yerini aldığı için Niyazi adını kullanmıyordu. Niyazi ismini kullanan sadece eşi Fatma Hanım imiş. “Eşim, ‘Niyazi!’ diye seslendiği zaman, bazen duymazdan geliyorum!” diyordu tebessüm ederek. Yavuz Bahadıroğlu adını seçerken, o dönem yaşanan bir sıkıntıyı şöyle anlatmıştı:
“1970’lerde Bâbıâli’de bir kaht-ı rical (adam kıtlığı) vardı. Ben gazetede çalışırken o kadar çok yazıyorum ki, bir günde 4-5 yazıya Niyazi Birinci imzasını atmam gerekiyordu. Bunu biraz çeşitlendirelim dedik. Biraz da ‘adam kıtlığı mı var?’ dedirtmemek için, ayıp olmasın diye yazılarda kullanmak için farklı imzalar bulduk. Yavuz Bahadıroğlu dışında Şeref Baysal, Bahadır Alp, Veysel Akpınar, Selçuk Kuleli, Nurcan Sevinç imzalarını kullandım. Haber yapıyor, fotoğraf çekiyor, köşe yazısı yazıyorum… Bütün bunlara tek imza atmak garip oluyordu. Roman yazdığımda da hukuk müşavirimiz rahmetli Bekir Berk abi, ‘Bu böyle olmaz, gel sana başka isim bulalım. Senin ismin Yavuz Serdaroğlu olsun!’ dedi. Ben Yavuz ismini beğendim, ancak Serdaroğlu yerine, kendi soyumuzdan gelen Bahadıroğlu ismini daha sempatik buldum. Bekir abinin kızmasına rağmen, onda karar kıldık. Bana ‘Laz inadın tuttu.’ filan dediyse de öyle kaldı.”
“İSLAM COĞRAFYASINDAKİ ZULÜM SON BULACAK”
Yavuz Bahadıroğlu hakkında, 20 Kasım 2004 tarihinde Birlik Vakfı tarafından Çemberlitaş’ta “Tarihi Sevdiren Adam” başlıklı bir saygı toplantısı düzenlenmişti. Birçok sivil toplum kuruluşu da desteklemiş, ben de o zaman çalıştığım Kubbealtı Vakfı adına programa katılarak kendisine bir hediye sunmuştum. Saygı gecesi, “Yazarlığının 35. Yılı” münasebetiyle gerçekleştirilmişti. Kalabalık bir dinleyici topluluğuna konuşmacılar hitap etmiş, Bahadıroğlu’nun hizmetlerini anlatmışlardı. Siyasi parti temsilcileri, belediye başkanları, yazarlar, sanatkârlar, gazeteciler ve kültür adamlarının da iştirak ettiği gece unutulmayacak bir vefa örneğiydi. O gece Prof. Dr. Sabahattin Zaim olağanüstü bir konuşma yapmış, Birlik Vakfı Başkanı İsmail Kahraman plâketi yazarımıza takdim etmişti. Bahadıroğlu da yaptığı teşekkür konuşmasında, ilk yazıdan bugüne hep ‘doğruları' yazdığını, bundan sonra da kendisi hakkında yapılan övücü konuşmalara lâyık olmaya çalışacağını ifade etmişti. İslam coğrafyasında yaşanan zulümlerin bir gün son bulacağını söyleyen Bahadıroğlu, Osmanlı adalet anlayışının yeniden hayata geçmesiyle dünyanın huzura kavuşacağını dile getirmişti. Yazarın torunu Nilüfer Taktak’ın, bir ‘dede' olarak Bahadıroğlu'nu anlattığı duygulu konuşma ise salondakilerin gözlerini yaşartmıştı.
“EVLER KIBLEYE DÖNÜK OLMALI”
ESKADER olarak biz de kendisini 30 Eylül 2010 tarihinde Bâbıâli Sohbetleri’ne dâvet etmiş ve dinlemiştik. Bahadıroğlu o gün “Osmanlı’da Mahalle Kültürü”nü anlatmış ve konuşmasına şöyle başlamıştı: “Mahalle kendi içerisinde kontrol, ahlâk, terbiye sistemiydi. Aynı zamanda mahalle, cemaatin bir arada yaşadığı ‘şehir’ idi. Şimdi mahalle yerine bize yabancı kelimelerle isimlendirilen sözde mahalleler ortaya çıktı. Osmanlı’da evler camiye dönük inşa edilirdi. Camii merkezli bir hayat vardı. Babamı ve diğer büyüklerimi rahmetle anarak bir hikâyemi anlatayım: 1967 sonlarında köyümüzde ev yapıyoruz, arsa küçük, evi sığdırmak lâzım. Babam yönü şöyle olmalı, evin ön tarafı kıbleye doğru olmalı diyor. Ben tabii gençlik heyecanıyla sordum. ‘Ne gereği var yön tespit etmenin.’ Bunun üzerine babam unutamayacağım şu sözü söyledi: ‘Genç adam evi kıbleye dönük olmayanın yönü de kıbleye dönmez kulağına küpe olsun.”
MAHALLENİN MERKEZİ CAMİLERDİ
O gün büyük bir ilgiyle takip edilen konuşmasında Bahadıroğlu daha sonra sözlerine şöyle devam etmişti: “Mahallede hayat merkezi camii idi. Fatih semtinde mahalle olmadan evvel Fatih Camii inşa edilmiştir. Önce mahalle mescidi yapılır, mahalle onun etrafında oluşurdu. Camii vazifelilerinin selatin camilerinde (protokolde) yeri vardır. Mahallenin ortasında bir cami-mescid, mahallelerin ortasında bir selatin camii vardı.”
“Osmanlı insanında İslam kültürel boyutuyla da yaşanıyordu.” diyen Bahadıroğlu konuşmasının ilerleyen bölümünü şöyle sürdürmüştü: “Cemaat vakit aralarında güvenilir komşularıyla meselelerini paylaşıyorlardı. ‘Dost sırrını paylaşabildiğin insandır.’ Evlerin çoğunda ‘ Edeb yâ Hû’ yazısı vardı. Camide cemaat dertlerini söyler, sıkıntılar paylaşılır, çözüm üretilirdi. Kadınlar da evin avlularında dertleşirlerdi. Bahçelerinde tabiî sebzeler yetiştirirlerdi. Şimdi stres atma yerlerimiz yok. Günümüz alışveriş merkezlerinde stresi yüklenip dönüyoruz. Ben küçük yaşlarda Beyoğlu’nda takılırken ruhum üşürdü. Ağa Camii’nde ruhumu yıkamaya temizlemeye alırdım. Sevki tabiî ile…”
MUHABBETHANELER VARDI
Bizim bir sohbet ve muhabbet toplumu olduğumuza dikkat çeken Yavuz Bahadıroğlu, aynı toplantıda geçmiş mahalle hayatı ile günümüz yaşayışını mukayese etmiş ve şu hususlara dikkat çekmişti:
“Osmanlı, cami ve külliyeleri hayat (nefes alma) merkezleri hâline getirmiştir. Osmanlı, İslam’ı salt din olarak yaşamamış, medeniyet olarak da yaşamış. Camilerden yüksek bina yapılmasına müsaade edilmemiş. Selâtin camilerinde muhabbethaneler vardı; muhabbet içinde sohbetin iyisi yapılırdı. İmamlar; söylenmeyeni anlar, bilinmeyenleri söylerlerdi. Psikolog, arif insanlardı. Selâtin camilerinde imam olmak, neredeyse Osmanlı padişahı olmaktan zordu. 31 ön şartı vardı imam olmanın. Çok hususiyetlere haiz olmak gerekti. Yalnızlaşma hâdisesi evlerimizde soluk soluk yaşanıyor. Yüreğini paylaşmayan beni anlayamaz. Sizinle sırrınızı paylaşan yakınınız veya komşunuz varsa ne âlâ. Şimdi sırrı öğrenen, ‘Bunu nasıl paraya dönüştürebilirim?’ yoluna gidiyor. Muhabbeti hayata geçirmemiz bunun yolunu bulmamız lâzım.
Osmanlı mahallesi denilince; kültürünün hayata yansıması görülür. Her mahallede bir vakıf var. ‘Avarız’ var. Yani Arızalar Vakfı. Herhangi bir arızayı halletme çabası var. Borçluya para toplanır, borcu ödenir. Mahallede muhtarlar yerine imamlar vardı. Mahalleyi yönetirlerdi. İmamlar padişah fermanıyla tayin edilirdi.İmamlar mahallenin her arızasıyla alâkadar olurlardı. Vakit namazlarına veya İki Cuma namazına gelmeyenin evine topluca gidilirdi. Belki elli kişi yemeğe giderdi. Gel de cemaate devam etme bakalım.
Peygamberimizin Medine hayatını Osmanlı olabildiğince tatbikine çalışmıştır. Osmanlı’da ilk saray Dolmabahçe Sarayı’dır. Topkapı sarayının ilk hâliyle, sonradan yapılan köşkler eski yapıyla mütecanis olmayan köşklerdir.Halk dinini daha derin yaşardı. Mahalle fertleri murakabe altında idi. Şimdi mahalle denilince şu kavramlar var mı?Mahalle berberi,mahalle bekçisi, mahalle ahlâkı, mahalle kabadayısı. Mahalle kabadayısı ki; onlar dünyanın en nazik insanı idiler. Nezâket sahibi idiler. Edebe mugayir hiçbir şey söylemezlerdi. Yabancı seyyahlar yazılarında, ‘Osmanlı mülkünde küfür ve onu çağrıştıran bir şey duymadık’ diyorlar.”
OSMANLI VAKIF MEDENİYETİ
Osmanlı’nın bir vakıf medeniyeti kurduğunu ısrarla vurgulayan Yavuz Bahadıroğlu son olarak sözlerini şöyle tamamlamıştı:
“Osmanlı Devleti, halkın yardımlarından dolayı bir vakfa dönüşmüştür. Her yerde sadaka taşları olduğu gibi, her evde de sadaka kutuları vardı. Toplanan meblağ mahallenin en fakirine bayramdan evvel teslim edilirdi. Ev halkı denince sadece anne-baba, iki çocuk değil, yaşlı büyükler de vardı. Günümüzde ise, huzurevleri ve ceza evleri inşa ediliyor.
Osmanlı çocuklarını iyi örneklerle eğitiyorlardı. Mahallenin muhtarında (imamında) fukaranın listesi vardır. Meselâ fakirin birine kışın odun-kömür gelir. O, ‘Ben sipariş etmedim.’ der. Getiren, ‘İsim ve adres doğru, sana gelmiş.’ der. Mahalleli tanımadığı kızlara çehiz(çeyiz) hazırlar. Sonra kuş evleri var. Ceddimin merhameti sadece insanlara değildi. Canlı-cansız her şeye merhamet var. Adamın biri ulu çınarları suluyor. Yabancılar Osmanlı mülküne gidenlere tembih ediyorlar:‘Yazın dağdaki ağaçları sulayan kaçık Türkler sizleri şaşırtmasın.’Şimdinin Avrupa’sında evler ağaçların arasında. Bizde, evlerin arasında tek tük, bir de mezarlıklarda biraz ağaç…
FAKİR ÇOCUKLARI GEZDİRME VAKFI
Osmanlı’da vakıf sistemi var. Bunlardan biri de , ‘fakir çocukları gezdirme vakfı’O çocuklara haftalık, kendi çocukları yanında anne-baba olunur. Mahalle davranışları, örfî ve şer’i hukuka uygun olacaktır. Eğitim bütün mahallelerde sibyan mektebiyle başlıyor. Okul-cami ikilisi; aynı yöne giden insan yetiştiriyor. Nizamülmülk, ‘Nizamiye medreselerinde öyle bir ordu yetiştiriyorum ki, ellerindeki kalem kılıçlardan daha tesirli’ diyor. Okul-cami birbirlerine rakip değiller. Birbirinin mütemmimi. İşte bu mahalle kültürünü kaybetmekle kendimizi kaybettik. Yabancılar, ‘Osmanlı aile yapısını alırsanız geriye bir şey kalmaz.’ diyorlar.
‘Ev üstüne ev olmaz’dı. Şimdi, çok katlı apartmanda evler (daireler) üst üste. Yesrib’in, Medine olmasının altında şehri medenileştirmek vardı. Osman Gazi, ‘Önce iki şey yap: İmaret; doyurmak için, medrese; insanı eğitmek için. Zaten Edebâli Osman Gazi’ye ne demişti: ‘ İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.’ Bir tek davamız olmalı: Nemrut ateşinden insanları kurtarmak. Bugün mahallenin bıraktığı boşlukları cemaatler, tarikatlar doldurmaya çalışmaktadır.”
FETÖCÜLER ONA SANSÜR UYGULAMIŞTI
2014 yılının başında azgınlaşan ve o zaman “Paralelci” denilen FETÖ’cüler, kendilerini desteklemeyen bazı dindar yazarlara ve yayınevlerinine sansür uyguluyordu. Türkiye genelinde kurdukları dağıtım şirketlerine bu yazarları ve kitaplarını almıyor, acımasızca ambargo uyguluyorlardı. Bu zalim güruhun gadrine uğrayanlardan biri de Yavuz Bahadıroğlu’ydu. Yazarımız, bunun üzerine 24 Ocak’ta Yeni Akit gazetesindeki köşesinde “Ambargo yedik ey halkım!” başlıklı bir yazı yazmış, sansürcüleri halka şikâyet etmişti. Şükürler olsun ki, benim kitaplarım da o güruhun sansürüne takılmıştı. ESKADER olarak bu sansüre karşı çıkmış, resmi açıklamayla kınamıştık.
AYASOFYA’NIN AÇILIŞINI GÖRDÜ
Yavuz Bahadıroğlu herkesin sustuğu veya alçak sesle konuştuğu bir zamanda fikirlerini haykıran bir yiğitti. Diyebilirim ki, Ayasofya’nın bir an önce açılmasını ve zincirlerinin kırılmasını en çok isteyen oydu. Bunu yazılarında okuyor, televizyon konuşmalarında dinliyorduk. İçimden bir ses “İnşallah bu temenni ve ısrar netice verir, dua hükmüne geçer ve Ayasofya açılır.” diyordu. Nitekim Ayasofya’nın 2020 yılında ibadete açılmasına en çok sevinen yine de o oldu. En büyük arzularından birisi Ayasofya’nın hürriyetine kavuştuğunu görmekti. Şükürler olsun ki gördü ve gözü açık gitmedi.
Karanlık bazı odalar ve kirli, rezil mevkuteler, vefatından sonra aleyhinde haberler yayınladılar. Ne gam! Koca bir millet ve gençlik onu muhabbetle bağrına basmış ya! Millet ve Devlet düşmanlarının Yavuz Bahadıroğlu’na düşman olmasından daha tabiî ne olabilir ki? Bazı kıskanç ‘sağcı’ görünümlü gazete müsveddeleri ise bu haberi görmek istemediler. Onlara da Allah akıl fikir versin diyelim.
21 Ocak 2021 Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam Ahiret yolculuğuna çıkan Yavuz Bahadıroğlu, dürüst bir gazeteci, yürekli bir münevver, inançlı bir yazar, yerli ve millî bir aydın, bütün bunların ötesinde medeniyetimize âşık, kültürümüze sevdalı, imanlı bir gönül insanıydı. Tam 50 yıl boyunca kalemini Hakk’a ve hakikate adadı. Milyonlarca insanımıza tarih şuuru aşıladı. Cenabı Allah’tan kendisine rahmet diliyorum. Ruhu şad, mekânı cennet, menzili mübarek olsun. Muhterem eşine, çocukları Aynur Hanım’a, Abdurrahman Şeref ve Mücahit Beylere, dostlarına, sevenlerine, okuyucularına ve bütün Türkiye’ye başsağlığı ve sabır diliyorum. İnşallah hatırası hiç unutulmayacak!
CUMHURBAŞKANI’NIN VEFASI
Yazarımızın vefatının ardından Vehbi Vakkasoğlu, Dursun Gürlek ve Haluk İmamoğlu ile görüştüm. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Yavuz Bahadıroğlu’na sahip çıkmasına ve cenazesine katılmasına hepsi sevinmişlerdi. Vefalı duruşuyla, kadirbilirliğiyle topluma örnek olan başta Cumhurbaşkanımıza ve diğer siyasetçilere teşekkür ediyoruz. Allah onları hayırlı işlerde daima muvaffak eylesin. Bahadıroğlu’na, vefat eden bütün yazar ve sanatkârlarımıza, fikir/hizmet kahramanlarına rahmet diliyorum.
SON BİR KAÇ HATIRA
Yavuz Bahadıroğlu ile yaşanmış birçok hatıram var. Onların hepsini anlatmak mümkün değil. Farklı işyerlerinde ve semtlerde çalıştığımız için genelde kitap fuarlarında karşılaşır, selamlaşırdık. Gördüğümde genelde önünde uzun kuyruklar olur, okuyucularına kitap imzalardı. Hele bir de Vehbi Vakkasoğlu ve başka yazarlar da varsa o zaman imza kuyruğu daha da uzun olurdu. Son olarak Üsküdar Kitap Fuarı’nda bulunduğu standa gitmiş ve kendisine selam vermiştim. Ayaküstü biraz sohbet etmiştik.
Mütevazıydı. Bir gün baktım ki genç bir kardeşimizle birlikte Kubbealtı’na ziyarete gelivermiş. Çok sevinmiştim. “Bu kardeşimizi Osmanlı Türkçesi kursuna kaydedelim, yetişsin.” demişti. “Elbette ağabey.” diye cevap vermiş ve o genç kardeşimizin kaydını hemen yapmıştık. Ben Nesil Yayınları’na ziyarete gittiğimde mutlaka onu ziyaret ederdim, bir süre odasında oturur sohbet ederdik. Yeni kitabım çıkmışsa imzalar arz ederdim, o da son romanını lütfederdi. Moral FM’den programa çağırmışlarsa yine onu görmeden gitmezdim. Odası Moral FM’in Genel Müdürü Haluk İmamoğlu ağabeyin yanındaydı. Dolayısıyla ikisini birden ziyaret ederdim.
Yeni Akit gazetesindeki köşe yazılarını düzenli takip eder, bazılarını sosyal medya hesabımda paylaşırdım. Yaklaşık bir sene önceydi. Bir rahatsızlık geçirmişti. Kendisini aramış, geçmiş olsun dileğinde bulunmuştum. Sonra da “Ağabey bazı eserleriniz Nesil Yayınları’nın dışında da neşrediliyor. Bizim Mihrabad Yayınları’na da bir iki eserinizi verir misiniz?” diye sormuştum. “Görüşürüz, inşallah.” demişti. Sonra haftalık Bâbıâli Enderun Sohbetleri’miz Yeni Dünya Vakfı’nda başlayınca yine aramış, “Ağabey eskiden bir toplantımıza konuşmacı olarak katılmıştınız. Sizi dinlemiş, istifade etmiştik. Şimdi mekânı değiştirdik. Yeni Dünya Vakfı’na da bekleriz.” deyince “İnşallah, elbette gelmek isterim, bu sıralar biraz sağlık problemim var, düzelince gelirim inşallah.” demiş ve teklifimi kırmamıştı. Son yazılarından biri, vefat eden kadim dostu Mehmed Fırıncı ağabey hakkındaydı. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu güleç yüzlü mübarek hizmet adamını, “Bediüzzaman, Talebeleri ve Fırıncı Abi” başlıklı yazısında mükemmel biçimde anlatmıştı. Zaten ömürleri boyunca birlikte çalışmışlardı; aynı cephenin iki büyük kahramanıydı. Bahadıroğlu eserleriyle toplumu aydınlatırken Fırıncı ağabey ise Risale-i Nur hizmetleriyle meşgul oluyor, ayrıca eserlerin basılmasında ve dünyanın 60 ülkesinde tercüme edilmesinde muazzam bir çaba gösteriyordu. İkisi, FETÖ belasında da diğer dava arkadaşlarıyla birlikte dik durmuş ve devletimizin yanında saflarını belli etmişlerdi. 15 Temmuz İhaneti’nden önce ve sonra en ateşli yazıları yine Yavuz ağabeyin kaleminden okumuştuk. O, İslam’ı, Kur’an’ı ve bütün mukaddesatımızı kullanıp istismar eden hainlerin korkulu rüyasıydı. Fırıncı ağabey 90 yaşlarında olmasına rağmen yaklaşık bir ay süren “Demokrasi-Vatan Nöbeti”nde gece sabahlara kadar Mehmetçik gibi nöbet tutmuş, hepimize, herkese örnek olmuştu.
Yavuz Bahadıroğlu’nun hatırası şüphesiz unutulmayacak. Yolu düşenler Eyüp Sultan Haziresi’ndeki kabrini ziyaret edip Fatihalar okuyacak, dua edecekler. Ama bunların yanı sıra hepimize düşen başka görevler de vardır. Öncelikle İstanbul’da ve memleketi Rize’de birer kültür merkezine adı verilmelidir. Adının özdeştiği Nesil Yayınları, bir an önce bir anma kitabı hazırlamalı, hakkında yazılanları toplamalı, dostlarına ve yazarlara yeni yazılar yazdırmalıdır. Millî ve manevi değerlerine bağlı olan yöneticiler, kamu kumu ve kuruluşlarının idarecileri Yavuz Bahadıroğlu’nun eserlerini aldırıp gençlere okutmalıdır. Nesil Yayınları ve Yeni Akit Gazetesi müşterek olarak ödüllü bir “Yavuz Bahadıroğlu Köşe Yazısı Yarışması” açmalı ve bunu her yıl tekrarlamalıdır. Böylece yeni Yavuz Bahadıroğullları’nın yetişmesi sağlanmalıdır.
Söylenecekler çok, farkındayım yazım da çok uzadı. Şimdilik bu kadarla yetinelim. Şairimiz Yahya Kemal’in mısraıyla hatime verelim: “Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler!”