“Koronavirüs”ten önce hafifçe burnunu göstermişti aslında fakat sinsice hareket ettiği için pek kimse farkına varamadı bu mendebur mikrobun. Yeni virüs semirdikçe semirdi, yayıldıkça yayıldı, şimdi de başımıza bela oldu. Dizginlenemez, baş edilemez bir hâle geldi. Bir ara kendime baktım aslında bana da musallat olmuştu, bazı yakın dostlarıma da. Neredeyse toplumun büyük kesimine fena hâlde ‘bulaş’mıştı. Lâkin bunu bir virüs gibi görmüyorduk nedense, modern tabirle ‘içselleştirmiştik’ herhâlde, yani normalleştirdik. Hâlbuki “koronavirüs” maddi, bu menhus mikrop ise daha fena, maneviyatımıza zarar veriyordu ama heyhat, hiç birimiz farkında değildik.
Biliyorum şimdi okuyucularım merak ediyor: “Nasıl bir virüs bu yahu? Nasıl uyanamadık? Söyle de anlayalım, ikna olalım!” Hiç kimse tereddüt etmesin, sonuna kadar anlatacağım. Ama lütfen önce sözlerime kulak verin. Sürçülisan edersem şimdiden affımı dilerim.
Tabii bu virüsü anlatırken kendimden bahsedeceğim ki kimse alınmasın, zira insanlar genelde hep mükemmel olduklarını düşündükleri için kusur kabul etmezler. Ziyadesiyle hassastırlar. “Lâyüsel”dirler. Kimse sorgulayamaz onları. Ama ola ki, bazı dostlar “Sahi ya, hakikaten bu virüs bende de varmış meğer. Şimdi uyandım.” derse ve kendilerini benim gibi sorgularsa bir şey demem, sevinirim. Özenerek hazırladığım bu mizahi hikâye de amacına ulaşmış olur. Öyleyse nadan nefsimden başlayayım ve bu zor, çetrefilli meseleyi açayım:
Efendim sinsice etrafımızda dolanan bu virüs, esasen uzun zamandan beri toplumda kesretle yayılmış vaziyetteydi. Bilhassa medyada pek yaygındı. Gerçi Radyo devrinde pek yoktu ama TRT’nin tek kanal televizyonunda hafif biraz kıpraşmıştı. Televizyonların çoğalmasıyla birlikte birden çoğalıp yayılıverdi. Magazin gazeteleri ve dergileri, bu görgüsüz mikrobu şımartıp palazlandırdılar. Ama asıl ‘altın vuruş’unu, internetin bizde birden yaygınlaşmasıyla ve sosyal medyanın kılcal damarlarımıza kadar ulaşıp benliğimizde kökleşmesiyle –maazallah- gerçekleştirdi.
Bu mikrobun neşvünema bulduğu ilk demlerde birçok kişi zahirelerdeki envaiçeşit yiyeceklerini ortaya çıkardı. Taam ikram edilmiyor, sadece gözlere ziyafet çekiliyordu. Dışarıda yemek yemeye hicap duyan birçok kişi, ekrandan sofralarını cömertçe sergilemeye başladı. Uzun süre yaptıkları kahvaltıları, öğle yemeklerini, akşam sofralarını paylaşanlar çoğaldı. Yağlı, nefis ve leziz yemeklerini bütün cihana iftiharla gösteriyorlardı. “Biz bunları yedik, ya siz?” dercesine, misilleme yaparcasına… Tamam kardeşim yedin, gittin, afiyet olsun. Bir şey diyeceğimiz yok lakin bu sofrayı yedi düvele göstermenin ne anlamı var? Böyle yüzlerce fotoğraf görmüş, hepsine uzak durmuştum. Ayıp olmasa yorum bölümünde naçizane kanaatlerimi belirtip bu paylaşımın doğru olmadığını her şeyi göze alarak ifade edecektim. Ama yiyeceğim zılgıtları hesap ederek vazgeçtim. Allah’tan bu görgüsüzlük kısa bir süre önce sona erdi. Bitti gitti şükürler olsun… Hadi çay içerken paylaşım yapılması neyse. Sonuçta zengin-fakir herkesin içeceğidir çay. Ama kalkıp da kebapların, köftelerin, büryanların paylaşımı yapılmaz ki… Olmaz ki, öyle de yemek yenilmez ki…
Dostlarım, bu virüsle müptelâ olduğumda önce masumane bir şekilde fotoğraf paylaşımına başladım. Tabii bilhassa benim bulunduğum fotoğraflar başroldeydi. Hele tek fotoğrafları kullanmam, nefsi emaremin de çok hoşuna gidiyordu. Artık gittiğim mekânlarda, katıldığım toplantılarda nasıl bir fotoğraf veririm, bunun derdine düştüm. Hatta ziyaret ettiğim türbelerde, buluştuğum dostlarla mutlaka fotoğraf çektirmeye başladım. Çamlıca Camii’ne ailece gittiğimizde yalan yok, birkaç fotoğraf çektirdik ama içerisi camiden çok stüdyoya benzemişti. Herkesin elinde cep telefonu kendini resmediyordu. Caminin ihtişamı arka fonda… Çok tuhaf, herkes canlı yayındaydı. Allah kabul etsin, namaz kıldım ama kafam karışık. Tamam çeksinler, göstersinler buna lafım yok, lakin sanki “Cami bahane, görüntümüz şahane!” dercesine bunları cömertçe hesaplarında paylaşmaları ne demekti? Bilhassa dostlarla fotoğraf çekmeyi seven ben bile bu hâli adamakıllı yadırgamış, ayıplamıştım.
Bu müzmin hastalık, en son Ayasofya Camii’nin açılışında nahoş yüzünü gösterdi. Hem içeride hem de dışarıda fotoğraf çektirmenin ne gereği vardı? Yüzümün tamamının görünmesine dikkat etsem ne fayda? Hem görünsem ne olur, görünmesem ne… Orada önemli olan ben miyim, muhteşem Ayasofya mı? Ayasofya’yı kalabalıkla birlikte çekmenin bir anlamı var ama ya tek bir kişinin görüntüsü… Hem de boy boy… Mihrabın önünde, minberin yanında, avluda, bahçede, kapıda… Caminin kedisiyle… Zaten o garibim yaşlı kedi de aşırı alakadan hasta düştü ve hayatını kaybedip kurtuldu. Ayasofya’yı kullanarak şöhreti mi elde etmek istiyorum acaba? Bir arkadaş grubuyla gidilmiş ve hatıra olsun diye fotoğraf çekilmiş, eyvallah! Ama tek kişinin Ayasofya’yı gölgeleyerek ekranları kaplaması ve âdeta fotoroman çektirmesi bari siz söyleyin, doğru mu?
Elhak mazide kedilerle çekilmiş suretlerimiz var, yalan yok. Yine de Eyüpsultan’da kendi hâlinde dolaşan kedileri rahatsız etmenin ne manası vardı diye kendimi sorguluyorum şimdi. Onlar da çok kibar. Can dostlarımız, kimseyi kırmıyor. “Hadi benimle bir fotoğraf çektirsin de sevinsin garip?” diye düşünüyorlar zahir. Hâlbuki kendini bırak efendi, o kediyi mezar taşlarıyla birlikte çeki versene! Tek fotoğrafları defalarca paylaşmak hastalık değil mi? Hadi dostlarla birlikte çekilen fotoğraflara bir şey demiyoruz, bunun makul bir izahı var. Vefadır, dostluktur, hatıradır, hatta geleceğe belgedir, vesikadır. Eyvallah, bu doğru. Ama ya senin tek başına çektirdiğin onlarca, yüzlerce fotoğraf ne olacak bre gafil? Millet ileride senin yüzlerce mekânda tek başına çektirdiğin fotoğrafları netsin, neylesin? Sergin mi açılacak, albümün mü yapılacak, klibin veya filmin mi çekilecek? Allah akıl fikir versin.
Bir ara bu işi aşırıya götüren bazı dostlar bırakın cami önlerinde fotoğraf çektirmeyi Kâbe önünde de ‘artistik’ pozlar verdiler. Kafaları kocaman, gözleri ip iri ama Kâbe ufacık, uzakta, muhayyel ve mahzun… Zaten çevresini devasa binalar heyula gibi kapatmış. Bu eziyet yetmezmiş gibi bir de ‘öz çekim’ sevdasına düşüyor ya bazı hacılarımız… Ne diyelim, Allah affetsin. Bu fotoğraflardan birini gören bir arkadaşım, yaptığı yorumda, resim sevdalısına, “Bırak fotoğraf çektirmeyi yahu, oranın manevi ikliminin tadını almaya bak!” deyip haklı olarak sitem etmiş, hatta azarlarcasına iğnelemişti. İnşallah o kişi, bundan hisse kapmıştır.
Hadi bir türbeyi, camiyi, çeşmeyi paylaştın iyi ama ey nefsim yediğin yemeği, doyamadığın tatlıları, gezip dolaştığın mutena yerleri canlı yayın yapar gibi paylaşmak zorunda mısın? Diyelim ki mükellef bir sofraya konmuşsun, o yemekleri bulamayanlar var değil mi? Bizim medeniyetimizde ‘göz hakkı’ denen bir şey var. Peki bu hâl, görgüsüzlük değil mi? Bir de görüntü yetmiyormuş gibi tasvir de ediyorsun: “Şöyle lezzetli, böyle nefisti, neredeyse parmaklarımı yiyecektim.” Bu yaptığın cefa, ettiğin eza, ümmet-i Muhammed’e reva mı!..
Bazen edebiyatı, şiiri, hikmeti de kullanıyorum. Son devrin en büyük şairiymişim gibi şiirimi paylaşıyorum bir de siyah gözlüklü hâlimle poz veriyorum. İki satırcık yazmışım acemice onu da yine bir ‘görüntü’ virüsüyle ulaştırıyorum cümle ahbaba. Ey kibir deposu! Bu ne edebe, ne edebiyata sığmıyor hâlbuki. “Hace-i Evvel” Ahmet Mithat Efendi dirilip de bu manzara-i süfliyemizi görse, “Evladım 300’den fazla eser telif ettim, onca gazete çıkardım, benim bile bu kadar resmim yok. Kadim ahbabım, topu topu sakallı hâlimle iki üç resmimi tabettiler, o kadar.” Ama biz şiirde Yahya Kemal’i, nesirde Süleyman Nazif’i, romanda Peyami Safa’yı fersah fersah geride bırakmışız ya!.. Çek çektirebildin kadar!
Biz erkekler bu paylaşımlara çok meraklıyız ya… Bizi takip eden ve her hâlükârda örnek (!) alan hanım kardeşlerimiz de maşallah fersah fersah bu konuda ileri… Nadide, bahçeli bir eve yerleşmiş, habire resim çekip paylaşıyor. Tamam bir resim iyi de beşine onuna ne gerek var cancağızım? Biz bahçeli ve müstakil evi olmayan, apartman katlarına tıkılmış garibanlar zümresi de yutkunuyor, “Ah bir bahçeli evimiz olamadı.” diye iç geçirip duruyoruz işte. Merhamet edin, bari bize acıyın, medet el aman medet!
Merhum İbnülemin Mahmud Kemal’e, fazlaca pişkin, enaniyeti şişkin bir zattan bahsederler. Lafı ağızlarına tıkar: “Biz görmek için uğraştık, o ise görünmek için.” Bir adama bundan daha büyük bir tenkit bombası atılabilir mi? Üstat İbnülemin zaten sözünü sakınmayan bir dehaydı. Adı üstünde “Cihan kaynanası!” Allah rahmet eylesin. Maazallah dirilip de bizim bu hicranlı hâllerimize şahit olsa, “Yahu, ben mecanin çarşısına mı geldim. Nedir bu boy boy fotoğrafiler? Niçin herkeste bu kadar çok görünme hevesi var? Adamda da hatunda da aynı lüzumsuz merak, aynı münasebetsizlik. Ellerine kitap alıp ilmî tetkikatta bulunsalar daha hayırlı olmaz mı? Böylece nefsi emmarelerini de zapturapt altına almış olurlar! Fecaat azizim, fecaat!.. Amanın da aman! Zaman galiba ahir zaman!” Valla Hazret, belki çok daha ağır, sunturlu laflar ederdi. Malum üslubu biraz galizdi. Ama ben yine de bize edeceği lafları, bir nebze yumuşattım.
Bir de bu konuda merhale kat eden kimileri de artık fotoğrafla yetinmiyor, bayağı filim çeviriyorlar. Dört bir yanda dönüp dolaşıp sizi de temaşalarına davet ediyorlar. Gitseniz bir türlü, gitmeseniz patlıcanlı… Bazı dostlarımın, “Ya Mehmet Nuri, iyi ki anlattın, bu virüs yalnız sana değil bize de bulaşmış meğer. Anlattıklarının aynısını biz de yaşadık, tıpkısını yapıyoruz. Mademki derdi anlattın, devasını da söyle lütfen. Bunun aşısı yok mu acep? İster Çin’den gelsin ister Maçin’den. Ki tatbik edip Allah’ın izniyle kurtulalım.” dediklerini duyar gibi oluyorum. Cevabım: Estağfirullah azizler! “Kendi himmete muhtaç dede, nerde kaldı başkasına himmet ede.” Yalnızca kendime uyguladığım bir dozluk ‘ilaç söz’ var. Onu tatbik ediyorum. İnşallah dirayet gösterir de, sonuna kadar muvaffak olursam size de söylerim. Bunun için de tahrikkâr bir şekilde her yere davet eden dostlarıma, hatta bazı medya kuruluşlarına (televizyonlar da dâhil) gitmemeye çalışıyorum. Bahanem hazır. “Malum koronavirüs var ya, tedbire riayet ediyorum efendim, pek çıkmıyorum, kusura bakmayın.” diyorum. Bu doğru ama iki virüsü de kastediyorum aslında. Velhasıl lafın kısası, özü, hülâsası şudur kardeşlerim. “İlaç söz”üm çok kolay, üstelik tek kelime: “Görün-me!” Bunu kullanırsak Allah’ın izni ve inayetiyle hiç hiçbir şeyciğimiz kalmaz inşallah.
Görme engelli olduğu hâlde irfan gözü ve gönlü açık olan Bülent Acun kardeşim çok değerli bir kültür adamı ve dahi kitap kurdudur. Bulunduğu meclislerde neşeli ve hikmetli sohbeti ile dinlenir. Az söz söyler, öz kelam eder. Yazıları Yenisöz gazetesinde neşrediliyor. 10 Mayıs 2018 tarihli köşe yazısını, mizaha ve yaptığı nüktelere ayırmıştı. Okuduğumuz bu yazıda kendisiyle ne kadar barışık olduğunu aşikâre bize de gösteriyor. Bülent orada diyor ki: Bir vesileyle bana “Az görmekten daha zor olan nedir?” diye soran bir arkadaşıma şu cevabı verdim: “Az görmekten daha zor olan şey, çok görülmektir.”
Zordur ‘Görünme Virüsü’nden kurtulmak! Ama Allah’tan asla ümit kesilmez. Bir zamanlar ben de bu dertten mustarip idim ey ihvan. Sonra düşündüm, taşındım. Aklımı başıma devşirdim. Tamam birçok insanla fotoğrafım olabilir ama bunları her fırsatta paylaşmanın ne âlemi var yahu? Hem ne diyor reklamcı abiler: “Yüzünüzü fazla eskitmeyin.” Yani ortalıkta fazla görünmeyin, her şeye maydanoz olmayın. Yerden göğe kadar haklılar! Bir süre sonra insanlar sizden bıkıyor ve artık yüzünüzü görmek istemiyor. Benden söylemesi… ‘Görünme virüsü’ne yakalanmış ve bundan bir an önce kurtulup rahata ve huzura kavuşmak isteyen herkese acil ve daimi şifalar diliyorum.