Yorgun ve yavaş adımlarla suyu iyiden iyiye azalmış çeşmenin olduğu tepeye çıktı. Geri dönüp bakmak istedi ama büyümüş olmanın kalbini burkan sancısıyla bir an tereddüt etti. Birkaç damla yaş süzülen buğulu gözlerini geldiği yöne doğru çevirdi. Gülüşlerinde gökkuşağı oluşan masum çocukluğu, evin ahşap merdivenlerine oturmuş adeta beni de götür dercesine kollarını açıyordu.
İstemsiz seyre daldı su şırıltıları arasında, sanki artık hiç görülmeyecek bir rüya olan çocukluğunun geçtiği evi, avluyu, dallarında oynaştığı asma ağacını…
Adeta zaman dürülmüştü zihninde. Merdivenlerden sekerek inmeye başladı, kalbi yaşamanın heyecanıyla bir serçe gibi kanat çırpan küçük kız. Ayakları çeşme başına saplanmış gibi dursa da ruhunu çekip almıştı genç kadının. Küçük kız ahşap trabzanlara tutunarak inivermişti taş duvarla çevrili, taş döşeli avluya…
Yanaklarına gamze gamze yayılmış gülümsemeyle taş duvarın dibinde yediveren gülün her mevsim burcu burcu avluyu saran çiçeklerine eğilerek kokusunu çekiverdi içine.
Onun avluya inişini gören kedisi koşarak ayaklarına dolandı, ona olan muhabbetini sunmak için. Pamuk'u kucağına aldığı anda az öteden annesinin şefkatli sesi duyuldu: “ Benim güzel kızım uyanmış mı? Hadi gel bakalım sofra hazır.” diyerek, avlunun ortasında bir gelin gibi duran, asma dallarının süslediği çardağın altında hazırladığı kahvaltıya çağırıyordu, evlerinin en değerlisi babaannesi dahil evdeki herkesin maaile toplandığı. Babaanne demişken, çok değerliydi onun için babaannesi. Kendi adını taşıdığı için o da onun en değerlisiydi. Anlattığı her biri yoluna ışık tutacak yaşama dair hikayeler, kendi çocukluğundan getirip onlara öğrettiği oyunlar, hele bir de çocukça yaramazlıklar yaptıklarında, babası kızmasın diye onları kanatları altına alarak “ Ben yaşarken kuzularıma kızamazsın.” deyişi, büyüyünce kaybedeceği şefkatle kuşatılmış değerli bir hazineydi onun için.
Sonra gözleri avlunun köşesindeki asma ağacına kaydı. Eğrilip bükülen dallarıyla onlara adeta bir oyun parkı oluşturmuştu. Komşuların akran çocuklarıyla dallarına oturarak kim bilir kaç türlü gizemli âlemlere yolculuk etmişlerdi hayal dünyalarında…
Az öteden gelen korna sesiyle irkildi birdenbire. Âdeta “ Beni bırakma!” diyerek küçük kızın ellerine tutunan ruhu toparlanıverdi gerisin geri yaşamanın yorgunluğuyla bitkin düşmüş bedenine. Beş on saniyelik yolculuğu bitmişti şimdi tekrar gidemeyeceği uzak bir şehir olan çocukluğuna. Gerçek hayat karşısındaydı, yaşamak zorunda olduğu. Bir türlü ait olamamıştı bu içinde bulunduğu dünyaya. Anlayamamıştı insanları, anlatamamıştı kendini. Dilini bilmediği yabancı bir ülkede gibiydi. Kıraç topraklara kök salmış bir fidan gibi tutunmaya çalışıyordu yaşama. Çiçeği olmayan bir bahar gibi yoksun hissediyordu kendini. Güneş doğmayan bir iklim gibi soğuktu hayat onun için. Sanki onuncu köyden kovulmuş olmanın kırgınlığı, çaresizliği, mahzunluğu vardı üzerinde.
İstediği çok şey değildi aslında; bir avuç huzur, bir kucak gülüş, bir tutam muhabbetti.
Ama şimdi bunları birbirlerine sunmaktan aciz insanlarla doluydu yaşadığı yeni dünya…
Yıllar sonra küçük kızı avuçlarında sevinçleriyle avluda bırakınca tekrar anladı, büyümenin mutsuzluk olduğunu, içinde bulunduğu zamanda yaşıyor olmanın can yakıcı sancısıyla kıvranarak…
Onun da herkes gibi karşı koyamadığı gerçek dünya vardı ve dönme vakti gelmişti…
Kısa bir an da olsa ruhuyla misafir olduğu güzel günleri ve o günlerin neşeli çocuğunu toparlayıp bir sandukaya, sürgüleyerek üzerini kalbinin en gizli köşesine saklayıverdi, dokunmasın kimse diye…
“Çünkü insanlar güzel şeyleri mahvetmekle” meşhurlardı…