• İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
    İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
  • Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
    Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
  • İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
    İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
  • Nâzım Tektaş ile Mülakat
    Nâzım Tektaş ile Mülakat
  • Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
    Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
  • Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
    Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
  • Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
    Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
  • İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
    İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
  • İhsan Kurt ile Mülakat  
    İhsan Kurt ile Mülakat  
  • Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)
    Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)

YAZARLARIMIZ

Mehmet Nuri Yardım
Mehmet Nuri Yardım
Eklenme Tarihi: 15 Eylül 2022, Perşembe 00:52 - Son Güncelleme: 15 Eylül 2022 Perşembe, 00:52
Font1 Font2 Font3 Font4
Tükenmeyen Kalem

 

                                  

Bugün günlerden Çarşamba… Artık seni daha fazla yormak, sadakatini zorlamak istemiyorum. Değil mi ki aylardır direniyorsun, son nefesine kadar çırpınıyorsun ve bana yardımcı olmaya çalışıyorsun. Seninle ne kadar yazı yazdık tam bilmiyorum. Kaç sayfayı tamamladık hatırlamıyorum. Ama dörtnala koştuğumuzu ve hiç pes etmediğimizi biliyorum. Ben düşünüyordum, sen yazıyordun. Hayallerimi, rüyalarımı, fikirlerimi seninle kâğıda döküyordum. Hani “kaleme almak” denir ya daha kibar tabirle. Gerçekten bütün o yazılar, senin sayende yazıldı. Varlığınla, gücünle, azminle ben de huzur buldum. Sana bakıp senden ilham aldım ve hiç boş durmadım.

       

Gün geldi kapağın düştü kayboldu, umursamadın. Kapağın olmasa da var gücünle çalışmaya devam ettin. Gün geldi baş taraftaki ucun sökülüverdi. Bunu umursamadık ikimiz de… Anlı şanlı tükenmez kalemdin sen, iddialıydın, tükenmeyendin. Tependeki mürekkep kum saati gibi gün geçtikçe aşağıya doğru iniverdi. Ben de her gün, her akşam bakıyordum bu ibreye. Önce üstlerden mürekkep kaybın başladı, sonra ortalara geldi, daha da düştü, sınıra geldi mürekkebin. Artık akıbeti bekliyordum, “pes” edecektin. Ama hayır, etmiyordun. Âdeta benden, duygudan, düşünceden, rüyadan, hülyadan ayrılmak istemiyordun. Bunları kaydettiğin için gizli bir şükür hâli taşıyordun belki de. “Ben hâlâ işe yarıyorum, sahibimin fikirlerini beyaz zemine, ak kâğıtlara döküyorum, dayanmalıyım.” der gibiydin.

       

Fazla şatafatlı bir görüntün yoktu, hatta gören sana acıyabilirdi. Ama sen bunu mesele etmiyor, görevinden asla geri kalmıyordun. Yeryüzündeki, kâinattaki bütün yaratılmışlar gibi ‘son an’a kadar çalışmak, üretmek ve yararlı olmaktı amacın. Bunu görüyor, hissediyordum. Biliyor musun, ikimiz arasında bir sevgi başladı apansız. O ilgi, kara sevdaya dönüştü şimdi. Hâlbuki sana gelene kadar ne kalemler geçmişti elimden. Daha ilkokul yıllarında kurşun kalemlere, boyalı kalemlerle heves duymuştum. Keçeli kalemler hayatıma girmişti sonra. Ortaokul lise yıllarında dolmakalem bile kullandım. Bilhassa kompozisyon ödevlerimi, o sırlı kalemle yapıyordum, bu pahalı kalemle yazmamız isteniyordu. Sonra ‘tükenmez kalem’ler yaygınlaştı. Tükenmez, insanı sarıveren, ruha hoş gelen bir kelime. Tükenmez, yani hiç tükenmeyen, hep yazan…

       

Delikanlılık yıllarımda envai çeşit tükenmez kalemler satılırdı. Kırmızı mavili olanları ben daha çok severdim. Zira yukarıdan bir düğmesine bastığımızda kırmızı uçlu kalem öne çıkar ve yazar, mavisi geriye çekilirdi. Tersini yaptığımızda bu sefer mavi uçlu kalem dörtnala öne atılırdı. Aman Allah’ım o ne zevkli bir kalem kullanma devriydi, oyun gibi. Bu yetmedi. Dörtlüsünü çıkardılar aynı kalemin. Bu sefer kalemin tepesinde dörtlü mekanizma vardı. İster mavi, ister kırmızı, ister yeşil, ister siyah… Tabii daha şaşaalı ve tantanalı bir kalemdi o. Üstelik biraz da şişmandı ve pahalıydı. Çünkü içinde dört ayrı kalem ucunu taşırdı. Dışı beyaz, parlak metalden imal edilmişti.

       

Bir ara merak saldım, Cağaloğlu’ndaki, Sirkeci’deki kalem mağazalarına dadandım. Oradan sivri uçlu, zarif tükenmez kalemler bile aldım. Pahalıydı bu kalemler, cep harçlığıma kıyar o kalemlere sahip olurdum. Ama inan ki hiç biri bana şu anda senin masamda durduğun kadar sevimli gelmedi. Çünkü onlar biraz nazlı, biraz kibirli, biraz da şımarıktılar. Çabucak tükeniveriyorlardı. Ben de tuhaf şekilde onlara bakar, “Pöh, tükenmez kalemmiş. İşte tükendin.” diye söylenirdim. O gururlu, pahalı kalemler bu sözlerimi duyarlar mıydı bilmem. Duymuşlarsa içerlemişler mi, ondan da haberim yok. Ama devamlılık konusunda çok iyi oldukları söylenemez.   

       

Kalemlere dair yazılmış bir hayli yazı okudum. Kimisi artık bunu hobiden öte bir tutkuya dönüştürmüştü. Bazı yazarlar Avrupa’daki kalem fabrikalarının son ürünlerini bile biliyor, modellerini sıralıyorlardı. Benim için hiç önemli değildi bütün bunlar. Zira zarf değil mazruf önemliydi. Kalem, dünyanın en pahalı nesnesi olsa ne yazar? Hakikati anlatmıyorsa, iyilikten bahsetmiyorsa, güzelliklerden dem vurmuyorsa albenili olmuş olmamış ne gam!

       

Birkaç günden beri çok zorlandığını biliyorum. Ama inan ki sen nefes nefese kaldıkça, bazı yazdığın kelimeler silik çıktıkça ben de çok üzülüyordum. Varsın olsun, sen yazıyordun ya… Nefsim ve içimdeki kötü kötü ses, “Artık bu kalemin sırtı minder görse ve yenilse de çöpe atsak.” gibi kötü duygular taşırken, yine de seni destekliyor ve takdir ediyordum. İnan merhum Sedat Umran olsaydı, o ‘Nesne Şairi’miz senin için kim bilir ne muhteşem mısralar dizer, ne şiirler yazardı. Ama biliyor musun, sana baktıkça ben eski/mez yazarların tükenmeyen kalemlerini de hatırlıyorum. Mesela rahmetli mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi’nin eserlerini yazdığı kurşun kalemlerini küçücük hâle geldikleri hâlde atmadığını, o minik, minnacık kalem diplerini bir cam kavanozda sakladığını duyduğumda çok etkilenmiştim. Kalem mübarekti, kutsaldı ve sevilecek, öpülecek, hatta hürmet edilecek bir değerdi. İşte şimdi de benim gözümde o kıymeti taşıyorsun aziz yoldaşım biliyor musun? Keşke dile gelseydin de ben de hislerini dinleyebilseydim, düşüncelerini öğrenebilseydim.

       

Kararımı verdim. Jübileni bir şampiyon olarak yapmanı istedim. “Tükenmez kalem” sıfatına uygun olarak tükenmeden, bitmeden, çöpe atılmadan tahtını korumanı istedim ve kesin bir hüküm vererek seni emekliye ayırdım. Artık seni kullanmayacaktım. Ama inan ki ben de bundan böyle kalemlerimi mutena bir şekilde muhafaza edecek ve ahşap kutularında saklayacağım. Belki de farkında olmadan bana bu vefa dersini verdin. Ne faydası var diyenlerin aklına şaşarım. Bize hizmet etmiş eşyaların hatırasından daha üstün ne olabilir ki! Bu bir çanta da olabilir, bir ayna da, bir kitap da olabilir bir defter de…  

       

Biliyorum çok uzattım ama artık son sözlerimi söylememe müsaade et aziz dostum, tükenmez kalemim! İnan ki o kutlu duruşun, o mukaddes direnişin ve o anlamlı çırpınışın ile bana o kadar büyük bir ders verdin ki… Hani biz insanlar, “kanımızın son damlasına kadar…” deriz ya, sen de “mürekkebimin son damlasına kadar…” diyerek koşturdun durdun ve bana sebatı, azmi, kararlılığı öğrettin. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Şimdi sen emekliye ayrılıp tenhada dinleniyorsun ya… Hiç üzülme, senin görevini yeni kardeş kalemler yerine getirecek; yokluğunu aratmayacaklar. Boşluğunu dolduracak ve benimle birlikte yolda olacaklar. Bugüne kadar yüzlerce, belki de binlerce kalem gelip geçti elimden… Bundan sonra da Allah ömür verirse pek çok kalem kullanacağım ama inan ki hiç biri senin bende bıraktığın güzel duyguları, iyi hisleri vermedi. Bu bakımdan yüreğimde ve gönlümde müstesna bir yere sahip olduğunu bilmeni isterim. Lütfen bu konuda samimiyetime inan.

       

İzninle son bir hususu arz ederek sohbetimizi tamamlayayım. Geçen gün bir vakıftaydım. Bizim yazı kursuna devam eden öğrencilere başarı belgeleri dağıtılacaktı. Salonda anlı şanlı yazarlar vardı. Lütfedip gelmişlerdi. Kürsüye çıkıp veda günlerinde öğrencilere hitap ettiler, tavsiyelerde bulundular. Sıra bana gelince, birkaç meseleyi anlattıktan sonra senden bahsettim. Evden çıkarken seni cebime yerleştirmiştim. Çıkardım ve seni salondakileri gösterip anlatmaya çalıştım. Serencamımızı dile getirdim. Belki de konuşmamın en ilgi çekici bölümü buydu. Sayende sıramı savdım, kürsüden indim. Yazarlarımız, öğrencilere belgelerini verdiler. Son olarak Vakıf Başkanı geldi, sunucu hanım beni de çağırdı. Sahneye çıktım. Başkan, “Kalem hikâyeniz güzel ve duyguluydu, öyleyse size yeni kalemler gerek. Bu kalem kutusu da vakfımızın size hediyesi…” Bu tevafuka hakikaten çok sevindim. Çünkü seni nasıl ve nerede saklayacağımı bilmiyordum. Rastgele bir köşeye de bırakamazdım. Hediyelere bakılır, kutuyu açtım. Siyah kutu içinde endamlı boyları ve fiyakalı hâlleriyle iki siyah kalem nazlı nazlı uzanmış duruyordu. Hemen seni de yanlarına uzattım, kutuyu kapattım ve kutuyu öpüp başıma koydum. Bana bu duyguları yaşattığın için sana minnettarım. Sağ olasın, var olasın, benim ‘tükenmez kalem’im…

 

(12 Eylül 2022 Pazartesi günü, saat: 03.00 Fatih-İstanbul).

 


» YAZARIN DİĞER YAZILARI


BU YAZIYLA İLGİLİ YORUM YAZIN