Çevremize, önümüze, ardımıza, yanımıza, sağımıza, solumuza bakıyor muyuz? Sanmıyorum. Bunu da nereden çıkardığımı sorabilirsiniz haklı olarak. Gerçekten etrafımıza adamakıllı, biraz da sahici bir gözle nazar etmiyoruz. Hâlbuki bakabilsek görebileceğiz. İnce ayrıntıları fark edebileceğiz. Belki de düşünebileceğiz.
Şaşıracaksınız ama itiraf ediyorum, ben de çevreme yeni yeni bakmaya başladım. Oturduğum eve, odalarına, evdeki eşyalara, sonra ev dışındaki hayata şükrederek bakmaya başladım. Meğer bizim aslında ne güzel bir hayatımız varmış ama bunun farkında değilmişiz.
Hâlbuki sadece yakınlarımızın, insanların hakkı yok üstümüzde eşyanın da adamakıllı hakkı var biraz düşünebilsek… Ne hakkı diyeceksiniz? Mesela birçok işimizi gören şu basit zannettiğimiz makasın hakkı yok mu? Ya şu aynanın? Peki şu çatalın, bıçağın, tabağın, bardağın… Sadece mutfakta yüzlerce araç gereç var inanın. Hep kullandığımız, yani üstümüzde hakkı olan tabak, çatal, bıçak, kaşık, tencere, bardak, sürahi, tuzluk, biberlik, süzgeç… Bizi soğuktan koruyan yorgan, başımızı dayadığımız yastık, odamızı aydınlatan lamba, pencerelerimizi örten perdeler ve daha birçok güzel eşya…
Çektiğimiz tesbih, üstünde ibadet ettiğimiz seccade, başımıza koyduğumuz takke, sırtımızı dayadığımız koltuk, oturduğumuz sandalye, dinlediğimiz radyo, baktığımız televizyon, çayımızı koyduğumuz, her derde deva sehpalar… Şimdi hepsini sıralarsam borcumuzun altında ezilir kalırız. İyisi mi burada kalalım…
Gün gelir belki üstümde hakkı olan bütün nesneler için bir şeyler karalarım. Ama ben bugün sokağımızı, sokağımızdaki güzelleri anlatmak istiyorum. Zira ailecek bizim dış dünya ile bağlantı kurduğumuz alandır sokak! Evimiz arka daire, balkonumuz çok küçük ve içinde oturamıyoruz. Otursak ne yazar? Karşımızda ne ağaç var ne çiçek… Birkaç iri bina, sırtını bize dönmüş, küs gibi… Yine ne varsa sokağa bakan pencerelerimizde var. Hayat, neşe, canlılık, heyecan hep büyülü pencerelerin ardında…
Sokağa hem çalışma odamdaki pencereden, hem de salondaki pencereden bakıyorum, bakma ihtiyacı hissediyorum. Tabii gün boyu evde olunca temiz hava da alıyorum bu arada kanatları açarken. Havanın kıymetini biliyor muyuz peki? Rahat nefes alıp vermenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu sahi en son ne zaman düşündük? Kendi adıma söyleyeyim çok az.
Sokağımızdan penceremize gelen martılardan bahsetmiştim bir ara. Zaten beni de dışarı ile tanıştıran, ruhumu evden dışarıya sarkıtmamı sağlayan can martılar oldu. Onlara çok şey borçluyum. Âdeta gözümü açtılar, içimi yeşerttiler. Hatta onlar için yazı bile yazdım ama o bile az. Tabii ben onları ayıramıyorum genelde. Bir martı gelir genelde pencereyi tıklar. Ben de derhâl açarım. Kimisi biraz yaşlıca bu martıların, sanki benim gibi saçları seyrelmiş, aklaşmış. Kimi daha genç ve taze! Ama onların artık bizim evdeki tek ismi “İnci.” Bembeyaz, dupduru, şipşirin “İnci”… Pencereye geldiklerinde hep aç olduklarını düşünürüm. Bir koşu mutfağa gider, onlara ekmek getiririm. Ufak ufak parçalara böler, pencere önündeki mermer tezgâhın üstüne serperim. Kimi can havliyle yer ekmek parçacıklarını. Gagası iner kalkar sürekli. Kimisi de dönüp bakmaz bile, burun kıvırır. Acaba beğenmedi mi verdiğim ekmeği. Demek ki karnı toktur diye düşünürüm. Başka ne verebilirim ki? Malum atasözümüzde “Karnı tok olanı ağırlamak zordur.” deniliyor. Ama ben her martı geldiğinde açtır diye düşünür ve asli görevimi yerine getiririm. “O yemezse arkadaşı gelir yer.” der, ekmeği bırakıveririm.
Apartmanların çatıları görülüyor. Sakinleri genelde martılar… “Kuş bakışı” bakıyorlar sokağa ve sonra öyle dalışlar yapıyorlar ki… Kuş deyince güvercin, serçe ve diğerleri de var ama martılar bizim sokağı tutmuş, haddi mi başka kuş geliversin bu alana? Külhanbeyi hepsi sanki… Diğer kuş cinslerine kök söktürüyorlar. Dün sokağımızın kenarındaki çöp bidonuna sanırım yiyecek bırakılmıştı. Nasıl koşup geldi martılar, nasıl birbirlerini haberdar ettiler. Aralarındaki irtibat mükemmel! Sağdan, soldan, yukarıdan aşağıdan süzülüp indi hepsi de… Rızıklarını alıp gittiler. Gitmekle kalmadılar, diğer akrabalarını da gönderdiler: “Koşun, ziyafet var!” diye.
Sokağımızdaki güzellerden bahsediyorum ama bunlar sadece binalar ve çocuklardan ibaret değil ki… Bir de başkaları var: Mesela kedileri ve çocukları anlatmalıyım size asıl… Kediler usul usul dolanıyorlar gün boyu. Giriş katlarının pencerelerinde kendilerine bırakılan yemekleri yiyorlar, suları içiyorlar. Tevekkül ve huzur içinde hepsi de. Gerçi ara sıra aralarında kavga çıkmıyor değil. Ama geceleri.
Bu eve geleli neredeyse 30 yıl oldu. Bu yıllar içinde nasıl olmuş da sokağa bakmamışım, etrafı süzmemişim. Baktım tabii… Ama Bakmak var, görmek var… Geçen gün pencereye yeniden çıktım. Bu sokağın mazisine daldım. Pencereleri eskiden ahşaptı komşularımızın şimdi hepsi de ‘pen’leşti. Bizimki dâhil. Çok eskiden sol tarafta bir bakkalımız vardı. Ara sıra ihtiyaçlarımızı temin ederdik. Sonra kapandı gitti, içimizde bir hüzün dalgası bırakarak. Her sokakta veya mahalle köşesinde bulunurdu eskiden bakkaliyeler. Şimdi yok, marketler, çoğunu yer ile yeksan etti. Tutunabilenler çok az. Köşede küçük lokanta vardı, şükür hâlâ duruyor… Buzdolabı tamircimiz yerli yerinde… Büyük babaları vefat etti geçende. Elektrikçimiz de duruyor, çırağı boğulmuştu yıllar önce. Sokakta bir sanatkârımız vardı. Klasik Türk İslam sanatlarını ihya eden, sonra taşındı. Çantacımız bodrum kattaydı, kapandı. Bir de hediyelik eşyaların satıldığı büyükçe bir dükkân var. Garajımız vardı, yine var. Yanı başında kuaför malzemeleri satılıyor. Yan sokağımızda iki erkek berberi bir de hanım kuaförü vardı. Kuaför tutunamadı, kapattı. Ama berberlerimiz aslanlar gibi çalışıyor. Şimdi kahveciyi anabilirim, bir de gençlerin takıldığı küçük çay ocağını… Unutmadan söyleyeyim apartmanımızın girişindeki minik dükkânda bir emlakçı açıldı bir ara, yürümedi. Bu sefer tabelacı devraldı, o da caddeye taşındı. Böylece dükkânlar elden ele geçip gidiyor sokağımızdan. Kimi tutunuyor, kimi kısa bir misafirlikten sonra veda ediyor. Rızıklar farklı ellerde, değişik mesleklerde dolaşıp duruyor. Bunca dükkândan bahsedip de sokağımızın iki köşesinde olan bir pastane ile telefoncuyu söylemesem ayıp olur. Cep telefonları satan dükkân yeni sayılır ama pastanemiz çok eski. Biz geldiğimizde de vardı, belki de en az 40 yıllık… Bir de Suriyeli bir kardeşimiz kahve satmaya başladı. Dükkânın önünden geçerken burnumuza mis gibi kahve kokusu yayılıyor… Ve sucumuz! “Su gibi aziz olsun.” Gece gündüz su dağıtıyor dairelere, işyerlerine… Çilekeş esnafımızı seviyorum.
Sizi esnafımızla tanıştırdım aziz okuyucu ama sokaklar dükkânlardan ibaret değil ki… Boy boy, renk renk apartmanlar var. Kimi eski ve yorgun 50-60 yıllık, kimi biraz daha ortalarda 20-30 senelik. Geçenlerde bir apartman yıkılıp yeniden yapıldı. Ne güzel! Keşke depremlerden bahsedildiği bu dönemde bütün eski binalar yıkılıp yerlerine yenileri yapılabilse…
Sokağımız akşamları sakin, zira salgın var. Ama gündüzleri daha hareketli. Bilhassa çocuklar top oynayarak şenlendiriyorlar. Sokağımızın bir bölümü boydan boya park etmiş arabalarla dolu. Eskiden böyle kalabalık vesait yoktu, tek tük araba olurdu sokak aralarında. Şimdi sahipleri araçlarını park edecek yer bulamıyorlar. Demek ki insanlarımız zenginleşti. Herkes az çok araba sahibi oldu.
Kanaatkâr çocuklarımız arabaların işgal ettiği biricik sokaklarında kendilerine kalan az alanda oynamaya çalışıyorlar her gün. Şikâyet etmiyorlar üstelik. Bilirler ki bu arabaların da park etmesi lazım. Yarın öbür gün onlara da lazım olur, bu arabalara binip bir yerlere gideceklerdir zira. Yalnız üzücü bir hadise var ki o da şu: Bazı büyükler arada bir pencereden başlarını uzatıp çocukları biraz da yüksek ve öfkeli sesle azarlıyorlar: “Gidin başka yerde oynayın!” Nereye gitsin garipler! Yer mi var ki? En yakın oyun sahası Karagümrük’te… Bütün sokaklar dolu, onlar da haklı olarak evlerinin bulunduğu sokakta oynamayı tercih ediyorlar. En azından titiz olan anneler meraklandıklarında pencereden onları görebilsinler diye. Normal karşılanacağını bilsem, çocukları azarlayan adama, “Komşu, azarlıyorsun ama çocuklar nereye gitsin? Baksana ne güzel oynuyorlar, onlara bence ilişmemek lazım. Bırakalım oynasınlar, sokağımız onlarla daha çok şenleniyor!” diyeceğim ama bugünlerde herkes asabi, bu müdahaleden sonra bir kavga bile çıkabilir maazallah. Ben de mecburen susuyorum. Allah’tan çocuklar efendice davranıyorlar. Kendilerini azarlayan hoyrat adama, “Peki amca” deyip oyunlarına devam ediyorlar. Onların bu gamsızlıkları o kadar hoşuma gidiyor ki… Gün boyu çocuk çığlıkları dinlemek ne güzel sokaklardan… İlham veriyorlar üstelik. Bir ara “Çocuk Çığlıkları” diye bir deneme bile yazdım. Aman eksik olmasın bu masum, yalın, içten bağrışmalar… Bir de çocukların geniş gönlünü anmalıyım. Artık birçok yere olduğu gibi semtimize de Suriyeli aileler geldi. Onların çocukları da sokağımızda huzur içinde oynuyorlar. Bana öyle geliyor ki, büyükler çocuklardan bu konuda ders almalı. Ayrı gayrıları yok!
Bu arada gün boyu zaman zaman geçip giden seyyar satıcıları ve sebze meyvecileri de unutmamalıyım. Bilhassa koronavirüsten sonra sayıları bir hayli arttı satıcılarımızın. Biz de ne yaptık, pencereden sepetimizi iple sarkıtıp meyve aldık. Elma, armut, üzüm, kavun aldık.
Sokağımızdaki güzelleri anlatabilmek güç… Ama sabredin son iki güzelimiz kaldı, onlardan da bahsedeyim de bu faslı kapatalım. Hani “Çamlıca’nın Üç Gülü” var ya… Bunlar da bizim “Sokağımızın Üç Güzeli”… Peki kim bunlar? Pencereyi açar açmaz karşıma ilk güzel göz kırpıyor. Kırmızı endamlı bu efsaneyi gördükçe içim açılır, yüreğim ferahlar… Gönlüm hemencecik şad olur. Bu güzel, sokağımızın bir dükkânına hep asılı duran bayrağımız. Al bayrağımız, nazlı hilâlimiz… Selamlaşır, uzun uzun bakışırız onunla. Bunca güneşe, yağmura rağmen rengi hiç değişmedi, pörsümedi, solmadı.
İkinci güzeller uzaktan bana el sallayan narin minareler… Fatih Camii’nin iki zarif minaresi… Aramızda biraz mesafe olsa da gönüllerimiz birbirine çok yakın. Bazı akşamlar ana kubbenin ve minarelerin etrafında Mevleviler gibi dönüp duran, tennure giymiş kuşları görünce manzaranın seyrine doyum olmuyor. Bakıp dalıyor, İstanbul’da yaşadığım için şükrediyorum. Bu bayrak ve minareler, niçin bizim en sevdiğimiz, biricik sevgililerimizdir, düşünür dururum.
Minarelerin etrafındaki sürekli dönüşten bahsettim. Sokak lambasının etrafında da cinsini bilmediğim sinekler uçuşuyor, onlar da devri daim yapıyorlar. Bu dönüşler ne güzel, ne anlamlı, ne muazzamdır, bilen bilir. Her canlının bir görevi, her mahlûkun bir ödevi vardır. Bilebilsek, anlayabilsek, hikmetlerini kavrayabilsek. O zaman Yûnus gibi, Yaradan’dan ötürü yaratılmışları daha çok seveceğiz.
Bitti mi güzellerimiz? Nerde! İşte bir gece vakti, pencereyi açmış gökyüzüne bakıyorum. Bu sefer semada bir parlak güzel göz kırpıyor hafiften. Hilâl, yine bayrağımızın simgesi, semanın da nazenini: Ay! Hava aydınlıksa, bütün ihtişamı ve zarafetiyle arz-ı endam eder. Eskiden “kamer” denmiş, biz “Ay” diyelim, ne fark eder? Kimisi de “Mah” diyor. O, netice itibariyle dünyamıza en yakın bir yıldız değil mi? Dünya ahiret komşumuz bizim… Ay’la benim ünsiyetim çok eskilere dayanır bilir misiniz? En az yarım asırlık bir muarefemiz var onunla. Henüz çocukken memleketimizdeki o kerpiç evlerimizde yazları damda yatar ve gökyüzünü temaşa ederek uyurduk. Semada yüzlerce, binlerce yıldız göz kırpardı bize… Onları severdik ama Ay’ın yeri başkaydı. O nazlı, nazdar ve biricik varlıktı bizim için… Seyrine doyum olmazdı Ay’ın. Ona baka baka uyuyakalırdık. Hatta verdiği ilhamla bir çocuk romanı bile yazdım: Yıldızlarla Uyumak. Şimdi Dersaadet’te her Ay’ı görüşümde çocukluğuma, o masumiyet çağımda damda yattığım gecelere gider hayalim. O uykusuz ama sevimli geceleri, Ay’ı seyrede ede dalıp gittiğim geceleri sevinçle anarım. O muhteşem hülyaların ardından ince rüyalar gelirdi. Bu çocuksu şölen, uzar giderdi.
Sokağımızdaki her şey güzel mi? Elbette! Kâğıt toplayıcılarının sürekli gelip çöpü kontrol etmesi, işlerine yarayacak olanları ayırması ve devasa torbalarına atması… Bitip tükenmeyen bir sabırla helal rızıklarının peşinden gitmesi o kadar anlamlı ki… Sonra çöp kamyonları… Biraz gürültü yapsalar da görevlerini ifa ediyorlar. Gelişleri ve gidişleri, iki üç dakikayı ancak buluyor. Tatlı bir homurdanışla çekip gidiyorlar. Sonra sokağımız yine o eski anlamlı, derin sessizliğine kavuşuyor gün boyu.
Sokağımızdaki güzeller… Bu kadar değil elbette. Çok daha fazladırlar esasen. Daha pek çok kalbi tutuşturacak güzeller var her sokağın içinde… Ben elimden geldiği kadar, dilimin döndüğü ölçüde sokağımızdaki akça pakça güzelleri anlatmaya çalıştım. Siz de boş durmayın, kendi sokağınızdaki güzelleri görün ve anlatın bir an önce. Kim bilir, duymadığımız ne efsaneleri, işitmediğimiz ne hikâyeleri vardır.
Selamın aleyküm hocam, sizi tanımam keşfetmem Bizim Semaver yazarlarından Hülya GÜNAY sayesinde olmuştu. Fırsat buldukça bizim semavere girer okuyabildikçe yazılarınızı sesizce okur çıkardım . Kaleminiz o kadar güçlü o kadar derin ki yazdıklarınızı okurken resmen evinizin sokağında güzelce bi gezdim . Başarılarızın devamını dilerim hocam selametle.