Hepimiz misafiriz bu dünyada. Bir süre konaklayıp geçip gideceğiz. O sebeple dünyaya tamah etmek, bağlanmak, gönül vermek çok anlamsız… O yüzden demiştir ya En Sevgili: "Dünyada bir yolcu gibi ol." diye… Bir yolcu gibi gelmek, biraz dinlenmek, hâl hatır sormak ve sonra da kalkıp geçip gitmekten ibâret işte dünya hayatı…
Madem öyle ise, gerçek bu ise, denendir bunca dünya telaşı? Nedendir hiç kimsenin sahip olmadığı bizim ve sonrakilerin de olamayacağı bir avuç toprak için kopan bunca kavga ve gürültü? Nedendir doymayan hain nefsi doyurma çabasıyla mânâdan geçip maddeye esîr olmak? "Oysa dünya oyun ve eğlenceden ibâret…" demez mi Mâlikül Mülk? Biz bu yurdun asıl sahibine inanmıyor muyuz yoksa? Ki oyun ve eğlence olan dünya bizimle oynuyor. Nedir mâdem üç gün dediğimiz dünyada, Allah'ın nazargâhı olan kalplerde, dünya ve ahiret hayatında bile tamir olamayacak tahribat yapmak, kırmak, dökmek, incitmek?
"Bir gez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil. Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil." dememiş mi Yûnus? Bilmez miyiz ki kalp Allah'ın nazargâhıdır, mülküdür. Kalp kıran, gönül yıkan Allah'ın mülkünü yıkmış olur. Bütün bunlara rağmen neden vazgeçmez insanoğlu bu fenâ cürümden?
Bize kalmayacak bu fâni hayat için bize kalacak hatalar, günahlar, cürümler biriktiririz âhiret azığı olarak sinemizde. Bir avuç muhabbetle bir gönlü diriltmek varken, neden hırsıyla, hıncıyla, kibriyle yaşarken öldürürüz. Ve hatta cana kıyar, can alır insan " Kim bir insanı yaşatırsa insanlığı yaşatmış gibi olur." İlâhi emrine rağmen hadsizce. Bir yetimin başını okşayarak, o yetimin dünyasında güller açtırmak, ve hatta yetimler yetimi En Sevgiliyi sevindirmek varken, nedendir alçak dağları ben yarattım edasıyla en kerîh fiil olan kibir kisvesini giyerek, yükseldim zannıyla en aşağı inmek?
Bize nûr olarak gönderdiği yol aydınlığı kitapta defalarca ömre ömür katacak, gönle saraylar inşâ edecek; "Sözü güzel söyleyin." " Güzel söz söyleyin." buyururken kendi de El-Cemîl olan, neden hâlâ baldıran zehri gibi can alan, candan eden, öldüren acı kelâm dökülür dilinden, aslında kendi de latîf bir söze muhtaç olan garîp insanın?
Hani; "Paylaştığın senindir, biriktirdiğin değil." demiş ya aşkın ve sevginin sözcüsü Koca Yûnus, peki insan neden hâlâ sahip olduklarını kendinden bilip, ve bu hayatı bâkî sanıp, bu dünyayı mesken tutacakmışçasına mal biriktirir. Bâkî kalan hiç kimse olmamışken geride?
Oysa paylaşarak hem gönüllerde, hem asıl yurtta saraylar kurmak varken. "Burası dünya! / Ne çok kıymetlendirdik. / Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik…" demiş ya zarif şair, ne çok kıymet verdik bu tarlaya, geçerken, ayağımıza bulaşan toza, toprağa, çamura rağmen…
İnsan tek başına gelir bu dünyaya. Beslediği sevgi ve muhabbetin demi ile çoğalır, önce Vedûd olana, sonra onun " Ahsen-i takvîm " üzere yarattığı en şerefli varlığa. Ve iki şey bırakır bu fâni âleme. İki şeyle göç eder fâniden bâkiye. İşte onlar da " zerrece yaptığı iyilik ve zerrece yaptığı kötülük…" ten ibarettir, hepsi o kadar. "Burası toprak değirmeni, gelen kalmaz, giden gelmez…" demiş derviş. O halde hoş bir seda bırakmak gerekmez mi geride, kısacık oyalanma yeri olan, yolcusu olduğumuz bu fânî hayata?