RÖPORTAJLAR |
Oldum olası kitapları ilk çıktıkları, modern tabirle en popüler oldukları zamanlarda okumaktan hoşlanmıyorum. Aradan bir zaman geçip kitap üzerindeki bütün gürültü-patırtı yatışmış, toz-duman dağılmış, herkes söyleyeceğini söylemiş ve belki de ne söylediğini unutmuş olduğu zamanda alıyorum kitabı elime.
Bu arada kitap hakkında söylenen ve yazılanlardan da uzak kalmaya çalışıyorum. Ekmeği, suyu, aşı paylaşmayı severim, ama bir kitabı okumayı paylaşamıyorum. Belki de bencilliktendir, ama böylesi daha çok hoşuma gidiyor. Ben ve kitap olmalıyız sadece…
Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı da böyle. Kitap 2012 yılında çıktı. Ben 2015 14. baskıyı aldım okumak için. Aslında ilk çıktığı zamandan beri haberim var. Ancak yukarıda serdettiğim üzere, ancak okuyabildim.
Öncelikle kitabın hacmi şaşırttı beni. Nazan hocanın daha önceki kitaplarına kıyasla biraz hacimli. Baskı fontu da biraz küçük olunca üşenmedim saydım; bir sayfada 300’ü aşkın kelime vardı. Rus romanlarını hatırladım. Gerçi son zamanlarda ipe sapa gelmez, en fazla bir aksiyon veya gerilim filmi senaryosu kadar olup arkasında ne edebî, ne ahlâkî ve ne de insânî hiç bir değer bırakmayan, aşka ve kalbe dokunamayan “ıhlamur çayı demledi, ortalığı birden kesilmiş çim kokusu sardı” tarzından absürdlüklerle dolu Amerikan polisiye veya cinayet romanları da hacimli, ama hepsi o kadar.
Romanın anlatıcısı, merhum dedesi ve anneannesinin belki bir vefa borcu, belki de kendi köklerini öğrenme arzusuyla, “birbirine doğru akmış bu iki ırmağın birleşip tek bir ırmak olup birleştiği yerde, milyonlarca ihtimal arasından mümkünlerden bir mümkün olan” kendisinin var olması için bir araya gelen bu iki ırmağın, birleşmeden önce, kaynaktan kavuşma noktasına kadar olan maceralarının peşine düşer.
Gâh bir şark masalının içinde, Tebriz çarşılarında, Yezd çöllerinde dolaştırır, âteşgâhlarda yakar, gâh bir Muhâcir kāfilesinin içinde, çaresizliğin dipsiz kuyusunun dibinde, tam da her şeyin bitti zannedildiği noktada beliren bir ışık ile yeniden filizlenen ümidin peşinde gezdirir bizi.
Anlatıcımız, kendi geçmişine yolculuk ederken biz de kahramanlarla birlikte hayat ırmağının aktığı yöne, istikbâle doğru yolculuk ederiz. O “kadim şarkta” köklerini ararken biz, kaderin rüzgârı önünde garba doğru sürükleniriz. Ve “her şey, o iki ırmağın buluşması içindir”.
Bazen söylenesi, ama bir türlü söylenememiş, belki de kaderin söylenmesini istemediği, fırsat vermediği habersiz aşkların tortusu yakar kalbimizi. Bazen de karşılıksız kalmış bir aşkın keskin hançeri geçer hoyratça, kalbimizin üstünden. Kanatır ince bir sızıyı sessizce, sıcacık…
Oysa “aşkın zamanı yok anı var, kelâmı yok ama ışığı var”dır. “Aşkın mezhebi, yolu, meşrebi belli”dir. “… aşkın yeterincesi olmaz…”. “O ya vardır ya yoktur. Hududu, temkini, itidali, tazmini olursa zaten aşk olmaz. Var olduğu müddetçe vardır o. Ve var olduğu müddetçe tek biçimde tek hacimdedir. Bir yaranın acısını unutmak için gönlünde başka bir yaranın açılmasına razı gelmek… aşk değil”dir. Ve “aşk hesaba kitaba ve yoruma gelmez”. Burada katılmadığımız bir hususu da dile getirelim. Yazar aşkın “bitici” olduğunu ifade etmiş. Eğer biterse, o aşk değil heves, vehim, zann veya nefsani mülkiyet isteğinden başka bir şey değildir. Aşkın değdiği kalbi, ölümden başka bir şey iyileştiremez.
Burada üstad Mustafa Kutlu’nun “Ya Tahammül Ya Sefer”i gelir aklımıza; “Çaresi aşkın, ya tahammül ya seferdir”. Âşık, aşkıyla bir sefere çıkar. Bu sefer çift yönlüdür. Hem dikey, hem de yatay bir sefer başlar. İstîdâdı kuvvetince semâvî aşka doğru yol alır. Ateşin kuvvetine tahammül getiremezse bu sefer yatayda bir sefere çıkar, mekân değiştirir. Kahramanlarımızdan erkek olan da böylece bir sefere çıkar. Aslında bütün seferler iki yönlü değil midir? Ne kadar gidersek, bir bakıma içimizde de o kadar gider, o kadar yol alırız.
Sadece aşklar konu değildir. Beklenmedik bir anda, Sibirya’ya giden bir esir treni geçer kalbinizden. Rayları, tekerleri, lokomotifi, vagonları, vagonlarda birbiri üstündeki esir Türkleriyle hep ateşten bir tren…
Muhacirliğin ne demek olduğunu anlarsınız. Çaresizliği, yokluğu, açlığı, hastalığı… Yaşanmaması gerekenleri, ama yaşananları, görülmemesi gerekenleri, ama görülenleri… Şartların insanı ne kadar insanlıktan çıkardığını ve ne kadar insanlaştırdığını… Koca bir imparatorluğun, “ölmeyi bayılmak zanneden” bir avuç İttihatçı çapulcu tarafından nasıl yıkıldığını, yıktırıldığını.
Okurken, ateşten bir sarmaşık yavaşça sarar ruhunuzu. Göğsünüzde bir yanma hissedersiniz. Neden sonra o sarmaşığın ateşten köklerinin göğsünüzü ve kalbinizi sarmış olduğunu hissedersiniz. Tiflis hamamındaki sülfür kokusu gibi yakar boğazınızı parçalanmış kalplerin hikâyeleri.
Bir Aşık Veysel Türküsüyle başlarsınız “Uzun İnce Bir Yoldayım”. Sonra mahzun bir kemençe sesi ile Trabzon’da Selçuk Balcı’nın parçaları girer araya. Neşet Ertaş merhûmun “Gönül Dağı” düşer aklınıza. İmamyar Hasanov kemençesiyle “Ay Işığında” parçasıyla Tebriz’i gezdirir. İran topraklarında kadim Santur eşlik eder; Siamak Aghaei, Taknavazi. Taht-ı Süleyman’da bir Azerî Türküde Gürnüş Öztürk aklınıza gelir; “Bu Dağda Ceyran Gezer”. İstanbul Hamidiye Etfal Hastanesi’nde “Hastane Önünde İncir Ağacı” Türküsünü duyarsınız Emel Taşçıoğlu’ndan. Rumeli muhacir kafilesinin içinde bir Erzurum Uzun Havası yankılanır; “Göç Göç Oldu Göçler Yola Dizildi”. Aysun Gültekin bir Selânik Türküsü ile devam eder; “Aman ölüm zalim ölüm, üç gün ara ver / Al başımdan bu sevdayı götür yara ver”. Kırılan Türk askerleri için Aysun Gültekin “Kışlalar Doldu Bugün”ü söyler peşinden. Sonra bir Yemen Türküsü. Finalde yine Neşet Ertaş seslenir; “Sanki Sam Yelisin Estin Bağıma”. Ve sonra… Sonrası biraz da size kalmıştır.
Yazar, ipek bir Tebriz halısı dokur gibi dokur hüznü. Laciverdini Karadeniz’in enginliğinden, üzerindeki güllerin rengini de nar çiçeğinden alan… Dokunmak şöyle dursun, bakanı yakan güller…
Romanın gidişatından okuyucu müthiş bir final beklentisi içine giriyor. Açıkçası ben de öyle hissettim. Ancak olağanüstü bir final beklemek, o kadar macerayı atlatmış bu iki insandan bunu beklemek haksızlık olur belki de. Onlar ki, kırık iki kalpten bir bütün kalp çıkarıp yollarına devam etmişlerdir. Belki de en büyük macera budur; yaşamak, hayatın onca fırtınasından galip çıkıp yaralarını bir bir sarıp, iyileşmeseler, iyileşmeyecek olsalar bile, hayata devam etmektir… Değil mi ki, nehirlerin denize kavuştukları yerleri ekseriyetle en dingin yerleri ve zamanlarıdır.
Gerçi sonda biraz “Alacakaranlık Kuşağı” çeşnisi katılmış, ama o da bütünün çeşnisine farklı bir tat olarak eklenmiş.
Yazar, ortaya bir nar kırmış, taneleri ateşten. Nâçâr yutuyorsunuz hissenize düşen taneleri. Taneler midenize değil kalbinize iniyor. Yakıyor kalbinizi nâr ateşiyle…
Efendim, haddimiz olmayarak, okumayanlara okumalarını şiddetle, okuyanlara da tekraren okumalarını tavsiye ederiz.
Rifat Akkanat