Anadolu’nun seçkin isimlerinden ve kıymetli kalemlerinden olan Mehmet Nuri Bingöl, eğitimciliğinin yanı sıra edebiyatın değişik türlerinde yazmış, eser vermiş bir münevverimizdir. Yaklaşık 40 yıldan beri düşünen, yazan, yazdıklarını yayımlayan ve bilhassa gençlere ulaşmaya çalışan bir münevverimizdir. Kendisiyle kültür, sanat, edebiyat ve fikir dünyasını yansıtan bir röportaj gerçekleştirdim. İşte yönelttiğimiz sorular ve aldığımız cevaplar:
Sizi çocukluk yıllarınızdan itibaren tanımak istiyoruz. Yazı hayatıyla, edebiyatla, kitaplarla ve okumayla ilk münasebetiniz ne zaman ve nasıl başladı?
Daha önce verdiğim bir mülakatta değinmiştim. “Bence bir edebiyatçının şahsi hayatı verdiği eserlerden teşkil olmalıdır.” demiştim. Sualiniz “hayat ağacının meyveleri” manasındaki eserlere; hem şiir hem yazı hem de kitaplara erişimdeki eğitimi içine aldığından aklımda kalan bazı intibaları belirteyim.
Edebiyat iklimini teneffüsten önceki yetişme dönemlerim, tıpkı Türk edebiyatının gelişme serencamının ilk basamağıymışçasına “sözlü” çalışmaları dinleme şeklinde olmuştur. Biraz daha eskileri bir nostalji olarak analım. Hazırladığım hikâye kitabımdaki “Her Pencereye Ayrı Perde” -ki bazı kültür-edebiyat sitelerinde de yayımlandı- öyküsünde betimlenen ev anne tarafımdan büyükbabamındır. Çocukluğumun çok anı orada geçmişti. Memleketim Birecik ilçesinin ilk kurulan mahallelerinden birindeki mekânda bulunuyordu ve orada “Meryem Hala” dediğimiz aile dostumuz, bize “doğaçlama” masallar anlatırdı. İlk bunu hatırlarım “söyleşi ve kurguculuk” mesleğinden ibaret olan “edebiyat”la karşılaşmam açısından. Bu “Hala”, hidayete ermiş ve Ermeni Tehciri’nde Müslüman olduğundan Birecik’te kalan bir mühtediydi ve iki gözü de âmâ olduğundan müthiş bir hafızası ve kurgulama kabiliyeti vardı. Yüce Rabb’im, demek ki insandan bir duyu organını alıyorsa diğer hissiyatından birini kuvvetlendiriyor ve Rahman suresinde izah buyurduğu gibi “muvazeneyi, dengeyi” yine sağlıyor, rahmetini bedihi olarak gösteriyordu.
Bir diğer “sözlü irfan tanışmam” pederimin uyumadan önce ve uzun kış gecelerinde bize okuduğu kitaplardı. Kitapyurdu Doğrudan Yayınevi’nden çıkan son romanım Ver Elini Türkmeneli’yi de sadece ve sadece bu sebepten peder ve valideme ithaf etmiştim. Değişik yorumlar aldığımdan bu davranış için, altını bizzat çizmek durumundayım. O ithafta, edebiyata meyilli yetişmemdeki emekleri dışında bir maksadım yoktur.
İlk okuduklarım tabii ki çizgi romanlardı, daha çok Türk tarihiyle ilgili olanlar elbet. Sonra da Kemalettin Tuğcu’nun çocuk romanları. Ortaokul yıllarımda ise okuma meşgalem bir üst seviyeye tırmandı. İlk okuduğum roman, büyük annemlerde karıştırdığım kütüphanede elime geçen İnce Memet’ti. Oradaki hem sefalet tasvirlerinin mübalağalı ifadelerini hem de yoğun betimlemeler, öyle natüralist anlatımlardan hep uzak durmamı sağladı aksülamelle. Sonra okuduğum ise Tarım Dersi sınavında not olarak “on” aldığımdan – o vakit on’lu sistem vardı- bir hocamın hediyesi Dudaktan Kalbe romanıydı. Reşat Nuri’nin ölçülü realist üslubunu yansıtan eseri popülist konuların cemiyet için faydasızlığını öğretti bana. Daha sonra Ömer Seyfettin devri başlar okuma maceramda. Hatta daha ortaokul ikideyken onun Yalnız Efe romanına nazire olabilecek bir şeyler karaladığımı bile hatırlarım. İrfan ve gönül dünyamı şekillendiren edebi okumalarımın ilki Minyeli Abdullah’tı. (Antrparantez belirteyim ki bu romanın beyaz perdeye uyarlanmasını pek beğenmedim, düşündüğümden mübalağalı hâle getirilmişti.) Ardından ise Yavuz Bahadıroğlu’nun tarihî romanları geldi. Bilhassa Yolbaşı ve Keşmekeş başlıklı sosyal romanları beni hem sosyal meseleler hem de üslup bakımından tesirine almıştı.
Çocukluk ve delikanlılık yıllarınızda en çok sevdiğiniz ve etkilendiğiniz roman ve yazarı veya hikâye ile yazarı kimdi?
Yukarıda belirtmiştim ilk okuduklarımı. Fakat bunların hiçbirini tam manasıyla benimseyememiştim, kulağı çınlasın ve Allah kendisinden razı olsun babam ve büyükbabamın teşkil ettiği ruh dünyama yabani gelmişti. Siyahtan Turkuaza Koşmak (KYD yayıncılık, 2021) hikâye kitabımdaki uyarlayarak aktardığım bir öykümde izah ettiğim gibi millî ve dinî konularda okuduklarım, hem onları benimsememi hem de düşünce dünyamın yerli yerine oturmasını sağladı. Kur’an eğitmenim Mahmut Hoca’nın tavsiyesiyle okuduğum,Tarihin Şeref Levhaları’nda sahabe ve sahabeye benzer hayatları okuyunca edebiyatın sadece güzel ifade ve üsluptan ibaret olmadığını anladım. Hani merhum Âkif’in iki mısraı var ya. “Budur benim hayatta en beğendiğim meslek, / Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”
Bu mısraları izah ve tahlil ederek vaktinizi almak istemem. Dağınık bir üslupla olsa da Âkif, tıpkı her sosyal konuda gidilecek yönü işaretleyen Bediüzzaman, Necip Fazıl ve Cemil Meriç gibi, bir edebî eserin -insanları şekillendirmek değil de- kişilere yol açması gerektiğini izah ediyordu bana. “Bingöl’e selam” köşe yazınızda da belirttiğiniz gibi aynı çevrenin müdavimi olmamız o eserle başlamıştı. Daha sonra okuduğum roman ise Minyeli Abdullah’ı oldu, Maznun eseriyle cemiyeti sulh ve selamete ulaştırma çilesine hangi yollardan geçerek varabileceğimi kavramış oldum. Böyle bir roman yazma fikrine ise ta o zamanda kararımı vermiştim. Şu anda yine Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılığın neşrine karar verdiği roman çalışmam Gönül Sayhası-2 da böyle bir çileyi anlatıyor. Okuyanlar bilirler, “Gönül Sayhası” üçlemesinin ilki Ver Elimi Türkmeneli o türden bir çileyi “hatırlatsa” da epizot örgülerini “ittihat” temasında merkezîleştiriyor, birlik ve maksatta ittihat anlayışıyla en modern silahlı ordulara karşı bile zafer kazanılacağı fikriyle mevzubahis temanın çevresinde dolanıyor. Tabii mecburi olarak önlerine çıkarılan hedefse Pakistan üzerinden Irak Türkmeneli oluyor. Hadiselerin gelişim seyrini, maziye dönerek nehir romanının ikincisinde anlatıyorum; bu da -itiraf edeyim ön ödemeli olmadığımdan bu. Neticede bir öğretmenim.- aynı yayınevince neşrini bekliyorum şu sırada. Fakülte yıllarımda ise romanın ne olduğunu Tarık Buğra okumalarımdan, hikâyeyi ise Sait Faik’ten, Necip Fazıl Kısakürek’in Hikâyelerim’inden öğrendim.
Ver Elini Türkmeneli romanı sadece “kurgu”ya mı dayalı yoksa belgesel özelliği de var mı?
Tabii ki roman kurgulamaya dayalı bir çalışmadır genel olarak. Otobiyografik romanların -ki en ‘nesnel’ olması gerekir- bile kimi pasajları yazarın yorumuna dayanır ve yorum ise nispeten kurgu demektir. Hadiselerin nüvesi şu gelişmeler: 1978’de Afganistan’da Halk Cumhuriyeti kuruldu, bir yıl sonra da Babrak Karmal ihtilaliyle değişik bir rejim merhalesine geçildi. Tam olarak bu serencam şöyle olmuştu. 27 Nisan 1978’de Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Ama Halk ve Bayrak kanatları arasındaki birlik hızla bozuldu. Orduya dayanan Halk kanadı giderek güçlendi. Yeni idarenin reform programında kadınlara eşit haklar, toprak reformu ve klasik Marksist–Leninist doğrultuda tedbirler yer alıyordu.
Afgan temel kültür değerleriyle çatışan bu program ve siyasi baskılar, nüfusun geniş kesimlerini karşısına aldı. 1978 yazında Nuristan bölgesinde ilk ayaklanmalar patlak verdi ve organizesiz de olsa tüm ülkeye yayıldı. 5 Aralık 1978’de, Sovyetler Birliği ile Afganistan arasında “Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşması” imzalandı. Bu antlaşmanın imzalanmasından kısa müddet sonra Afganistan’da Sovyet yanlısı iktidara karşı ulusal direniş hareketi başladı. Ayaklanmalar karşısında Afgan ordusu güçsüz kalınca iktidarda bulunan Afgan yönetimi SSCB ile imzalanmış olan Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasına dayanarak Sovyetler’den yardım talep etti. Bu talep üzerine ve kısa sürede Afganistan’a çok sayıda Sovyet uzmanı ve askeri geldi. Sovyetler, 27 Aralık 1979’da ülkeyi fiilen işgal etti. Devlet Başkanı Hafızullah Amin öldürüldü ve yerine Babrak Karmal getirildi. Sovyetler’in işgal hareketi, çok sayıda Afganlının Pakistan ve İran’a sığınmasına sebep oldu. Bu bilgiler dış monolog, diyalog, bilinç akışı, öyküleme, leitmotiv ve pastiş metotlarıyla aktarılıyor, bazı bölümlerde ise “özetleme” teknikli anlatımla roman bu ilhak hareketinin bazı bölgelerde durdurulmasını “ittihat” temasıyla aktarıyor; yani tam olmasa da nispeten “belgesel” vasıf gösteriyor roman.
Bütün edebiyatçılar gibi edebiyat dünyasına ilk adımlarınızı atarken mutlaka sevdiğiniz şiirler ve şairler olmuştur. Bunlar kimler acaba? Sizi tesiri altına alan ilk şairlerden ve şiirlerinden söz eder misiniz? Bugün okumaya devam ettiğiniz şairleri de merak ediyoruz.
Şairlerden lise sonda Necip Fazıl’ın şiirleriyle tanışmıştım. Edebiyat âlemine ilgi duyduğum lise çağlarımda okuduğum romanlar ise genellikle Yavuz Bahadıroğlu’na aitti. İlk önce tarihî olanları. Sonra da Sel ve Yolbaşı. Fakülte eğitimimin başında da Tanpınar’ın şiir ve romanlarıyla Mustafa Kutlu, Sait Faik’in hikâyeleri örneklerim oldu. İşin hakikati, şu an yazılarım için gerekli mısra ve incelemeler dışında şiir okuyacak zaman bulamıyorum. Bazı deneme kitaplarını (Bu Ülke, Cemil Meriç, İstiklalden İstikbale, Mehmet Nuri Yardım), hikâye ve romanlarla İbni Haldun’un Mukaddimesi’ni okuyorum. Romanlardan biri Hüseyin Yılmaz’ın Elif Öğretmen, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, İskender Pala’nın Mihmandar’ı ve Od’u, Harun Çolak’ın Yarım Aşklar Ülkesi (Çerkez Hasan’dan Ömer Halisdemir’e Vatana Adanmış Kahramanlar) alakalı romanlar.
Hayatımda okuduğum ilk dinî mahiyetli eser Meyve Risalesi’ydi. O eserler külliyatı içinde büyük mecmualar da vardı elbet. Şu an, Muhterem Müellif’in eski eserlerini içeren Asar-ı Bed’iyye, Sözler ve Mevlâna’nın Mesnevi’sini okuyorum dönem dönem. Hâlâ Edebiyat öğretmenliğine de aktif olarak devam ettiğim için canlı derslerden zaman bulduğum kadarıyla…
Sinemanın da çocuğun muhayyilesinde rol aldığı bir gerçek. Siz edebiyat âlemine girerken sinemaya da gittiniz mi, film seyrettiniz mi? Unutamadığınız filmler ve oyuncuları kimlerdi? Sinemayla ilginiz bugün de sürüyor mu?
Evet, giderdim. Özellikle tarihî olanlarına. Liseden sonra ise çoğunun konusuyla tahlilci şekilde yapılmaması bana saçma geldi. Öğretmenliğimin ilk yıllarına kadar biraz da millî anlayıştan uzak olduğundan sinemaya seyirci olarak bile ilgisiz kaldım. Ancak Çağrı, Minyeli Abdullah, Reis Bey gibi irfani yönü kuvvetli olanlar beyaz perdede yer almaya başlayınca biraz ilgilendim. 80’lerden sonra ise genellikle beyaz cam denilen televizyon kanallarına dizi şeklinde ve “uyarlanmadan”aktarılan Küçük Ağa, Osmancık, Dönemeçte, Yalnız Değilsiniz, Bugünün Saraylısı benzeri sinema nakillerini hep beğenmişimdir. Son dönemde ise Mehmet Tanrısever’in eserlerini çok beğenirim, bilhassa Hür Adam filmini…
Müzik de bir edibin şahsiyetinin teşekkülünde önemlidir. Müziğimizde ilk dinlediğiniz türkü ve şarkılar ile sanatkârları kimlerdi? Bugün de müzik dinler misiniz?
Bu sualinize vereceğim cevap pek uzun olmayacak. Şu an, bazı mecburiyetler dışında dinlemiyorum. Onlar da torunlarımı oyalamak için açtığımız kimi videolardaki yöresel oyun havaları oluyor hep! Affınıza sığınarak “keratalar” diyeceğim, nedense bunları pek seviyorlar. Tabii biraz da yöresel ilahileri… Bana göre, bunlar hafızamı gürültüyle dolduruyor. Belki de zihnimin dinlenmesini sağlayan vesilelerdir bunlar, bilmiyorum. İlk ve ortaokul çağlarımda Türk Halk Müziğini severdim. Lise ve fakültede ise Klasik Askerî Müziğimiz olan Mehter’le Yunus Emre ilahilerini dinlerdim. Şimdi bile ara ara hem bunları, hem Urfa Hoyratlarını, hem de Neşet Ertaş benzeri halk ozanlarını dinlerim.
Şanlıurfa Birecik doğumlusunuz. Kültür ve kitap dünyasına girerken ilçenin kütüphanesinden yararlandığınızı tahmin ediyorum. Sizi aileden, mahalle çevresinden veya okuldan okumaya teşvik edenler kimlerdi?
İlk başta babamdı elbet, Almanya’ya işçi olarak gitmeden evvel bize çok kitap okurdu. Hususi bir isim yoktur yine de. Edebiyatçı olmaya karar verişimdeki amil kişiliği soruyorsanız lise edebiyat öğretmenim rahmetlik Dr. Verdi Kankılıç’tı. Hususi görüşmelerimizde edebiyatın ve araştırmacılığın öneminden bahseder, beni teşvik ederdi. 1978 yılında lise fen bölümü öğrencisi olmama rağmen İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesinin Yeni Türk Edebiyatı Bölümünü kazanmış olmamı irtibatlı olduğum bazıları yadırgarken Verdi Hocam sitayişkâr şekilde beni tebrik etti, şu sözünü hatırlayınca ise minnetle tebessüm ederim daima. “Ne zamandan beri bir Bireciklinin yerimi alıp alamayacağını düşünür dururdum. Bu endişemi giderdiğin için ayrıca memnun oldum.” Edebiyat Fakültesi’ndeki kürsü başkanımız ve Hocam Mehmet Kaplan, asistanları, Tasvir ve Yeni Nesil gazetelerinin edebiyat servisinde çalışan bazı isimler de edebiyata yönelmeme sebep oldular. Elbette ki bu merak okumaya da yöneltti beni. Ayrıca tahsil senelerinde sizinle gazetedeki sohbetlerimiz de yol açtı buna.
Birecik’in yetiştirdiği mühim şair ve yazarlarımızdan Verdi Kankılıç’ın talebesi olduğunuzu biliyoruz. Sizin yetişmenizde de zannediyorum öğretmeniniz merhum Verdi Bey’in katkıları olmuştur. Ne yazık ki bu edibimiz geniş manada edebiyat dünyasında tanıtılamadı. Siz yazdınız, bahsettiniz. Özetle Verdi Kankılıç’ın edebiyatımızdaki yeri üzerinde neler söylemek istersiniz? Hizmetlerinin ve hatırlarının yaşatılması için neler yapıldı veya yapılıyor? Mesela adı ilçede bazı mekânlara verildi mi, kitapları basılıyor mu? Hakkında Kaymakamlık veya Belediye tarafından bir anma kitabı hazırlanıyor mu?
Hocamın çok şiiri müsvedde dosyalarında kaldı zannederim. Biraz da müstağni yapısı müspet “eleştiriler” almasını önledi. Üç büyük inceleme eseri var. Belli sayıda Üniversite Matbaası’nda basılmış Uygurca Tezkiretül Evliya Tercümesi, şiir kitabı Nale, Kerkük’te Yatan Birecikli Şair Namık Ekrem. Bunların dışında bir cildi basılmış Birecik Tarihi. Gençlik çağında kaleme almaya başladığında keşke yöredeki kalburüstü kişiler ona destek olsaydı da yazacağı diğer ciltlerde bana sonradan anlattığı gibi- Birecik’in Harran kadar köklü ve eski bir tarihinin olduğuna milleti ikna etseydi. Gerçi Kültür Bakanlığı’ndaki öğrencileriyle Birecik’i Sit Alanı kabul ettirebilmiş. Belki de bunu başaramasaydı Birecik’te ayakta kalan pek çok antik yapı da cahil eller tarafından taş taş soyulmaya devam ederdi. (Bu ifadeler de ona aittir. Ulusal bir gazetenin Elif ekinde onunla bu manada bir mülakat yayımlamıştım) İsim verme mevzuuna gelince belirteyim ki maalesef bu vefayı gösterecek bir mahalli idareci çıkmadı henüz. Ümitler başka bahara artık.Bilhassa Nale’deki şiirleri tam anlamıyla buram buram Necip Fazıl kokar. Kitabın son bölümü olan “Şehriyar’dan İlhamlar”daki mahalli ağız taklidi ve Türkmen-Oğuz şivesiyle yazdığı şiirleri çok enteresan, çok orijinal bulurum. Şiirlerden birini beğenen Muharrem Ergin’in bunu sınıfta okuttuğunu söylerdi rahmetlik.
Birecik’ten sonra İstanbul’a geldiniz ve geniş bir kültür muhiti içinde bulundunuz. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde değerli hocaların talebesi oldunuz. Bilhassa müşterek hocamız olan Mehmet Kaplan’ın sanırım üzerinizde etkisi fazla oldu. Ondan tez aldınız. Bize fakültedeki hocalarınızdan bahseder misiniz, başka hangi hocalar vardı ve onlardan unutamadığınız bir iki hatırayı lütfeder misiniz?
İlk tanıdıklarım irtibatlı olduğum ulusal bir gazete edebiyat servisinde olan kişilerdi elbet en büyük tesiri olanlar. Onlarla ilgili çok hatıram var, hepsini anlatmak bu mülakatın sınırlarını çok çok aşar. Eğer nasipse bu hatıralarımı elimde olan roman çalışmalarından otobiyografik özellikte olanına bırakayım. Bu isimler içinde siz de vardınız elbet. Derginin editörlüğünü yaparken de sizinle deneme ve incelemeleriniz noktasından istişare hâlindeydik tabii.
Fakültedeki hocalarıma gelince. Onlar hakkındaki birinci intibaım çalışkanlıkları ve daha çok millî yönü ağır basan yazarlarımıza yönelik araştırma yapıp tez hazırlamaları ve hazırlatmalarıydı. Rahmetlik Prof. Dr. Mehmet Kaplan hocamla alakalı yazı hayatımla ilgili bir anekdottur sanıyorum. “Tarık Buğra’nın Romanları Üzerinde bir Tahlil Denemesi”ni yaparken iznini isteyerek “Kölelik Duvarı Örülürken” başlıklı uzun hikâyemi okudum; üslubunu beğenmekle birlikte konusunun edebî anlayışına uymadığını belirtti ve bu, tenkit hikâyeyi yırtmama sebep oldu. Polonya’nın Doğu Bloku’na başkaldırıp bunun Sovyet tanklarıyla bastırılmasını kahraman bakış açısıyla anlatıyordu. Beni dinlerken Osmanlı yazılı bir metni Latin asıllı Türk alfabesine çeviriyor, gözlük üstü bakışlarla beni dinliyordu. “Bingöl” dedi sonunda. “Üslup güzel de hadisede bize ait hiçbir motif bulunmuyor. Bilirsin, Tarık Buğra’nın ilk romanı Siyah Kehribar’dı. Buradaki mevzu İtalya’da geçiyordu, aynı tenkidi ona da yaptım, bir dergide de yayımladım. Tarık bundan beş yıl sonrasına kadar roman yazmadı. Onca yıl sonra ise Küçük Ağa başlıklı o şahane romanı ortaya koydu. İleride bir roman yazarsan kendi toprağımızın hikâyesini işlemeni ama Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ını andıran eser vermeni isterdim.” Şu an incelemede olan (Gönül sayhası-2 alt başlıklı) çalışmamda uzak coğrafyamızı belirttiği roman mantalitesiyle ortaya koyuyorum ama nasip artık. Kaplan’la ilgili kimi hatıramı da “Kaplan Hocam” başlıklı bir sohbetimde yazmıştım, kimi internet sitelerinden bulunabilir.
Bitirme teziniz büyük romancımız Tarık Buğra hakkında. Onunla Ötüken Neşriyatı binasında yaptığınız geniş mülakat, büyük yankı uyandırdı. O mülakat nasıl düşünüldü ve gerçekleşti, sizin üzerinizde nasıl bir tesir bıraktı? Tarık Buğra’yı yakından tanımış bir edebiyatçı olarak kendisinden bahseder misiniz? Nasıl bir dünya görüşüne ve edebiyat anlayışına sahipti? İntibalarınız nelerdi?
İlk önce bir hususu belirteyim ki severek aldığım bitirme tezi sırasında Tarık Buğra’nın romanlarındaki üslup beni çarptı sanki. Her romanında farklı bir yol izliyor ve hem İstiklal Harbi’mize farklı bir zaviyeden bakıyor hem de siyasi tarihimize değişik gözle sunuyordu, aynı zamanda da aşırı politik taraftarlığını tenkit ediyor, kimi kahramanları siyasete ancak hayatın bir gerçeği olduğunda meylediyorlardı.
Mülakatı ise yine Mehmet Kaplan Hoca’mın tavsiyesi üzerine yaptım. Tezim tamamlanınca teslim etmek istedim. Bana bu şekliyle eksik olacağını, bir de onunla mülakat yapmamın tezi âdeta taçlandıracağını söyledi rahmetlik. Randevuyu da benim yerime aldı, mülakat yerini telefonla kendim ayarladım. Şu anda eserlerini topluca tekrar bastığını bildiğim yayınevinde, bir bahar günü hem yazarımızla tanıştım hem de bilhassa edebiyat dünyamız ve şahsi üslubuyla ilgili sorularımı cevaplama lütfunu gösterdi. Milletimizin bir realitesi olduğundan dinî değerlere büyük önem verirdi. Yarı aydınları milletten kopuk olduğundan dolayı, bilhassa Düşman Kazanmak Sanatı eleştiri eserinde şiddetle tenkit ediyordu.
Şunu ekleyeyim ki rahmetlik Yavuz Bahadıroğlu ile pek çok sohbetim oldu. Özellikle editörü olduğum dergiye yazı alırken onunla daha fazla irtibatım oldu. Şunu diyeyim ki hem bana hem de onunla sohbet eden çok arkadaşa Osmanlı Tarihi’ni mevzu olarak gösterirdi.
İstanbul’da bir edebiyat kültür dergisinin sorumluluğunu üstlendiniz ve başarıyla yürüttünüz. Ancak daha sonra ayrıldınız. Fazla ayrıntıya girmenizi istemem. Belki ileride hatıralarınız arasında o günleri anlatacaksınız. Ama genel olarak sorayım. Nasıl oldu dergicilik hayatınız? Ve bu soruya bağlı olarak şunu sorayım: Türkiye’de dergiciliği nasıl buluyorsunuz? Dün nasıldı, bugün nasıldır? Dergiler Cemil Meriç’in tabiriyle “hür tefekkürün kaleleri” ve “mektep” olabiliyorlar mı? Yoksa sınırlı bir çevrede mi neşriyatlarına devam ediyorlar?
Gazetecilik ve dergicilikle alakalı görüşlerim, biraz da kendimi ön plana çıkarmak sanılabilir. Zaten “Bingöl’e Selam” köşe yazınızda da belirttiğiniz gibi, “Geçmiş Zaman Olur ki… Hayali Beş Para Değmez” öykümde -ucundan kıyısından- biraz anlatmıştım. Dergileri ben de hür tefekkürün kaleleri olarak görüyorum. Dergi çıkarmak bir fedakârlıktır. Burada her zaman diğerkâmlık ön plandadır ve öyle olmalıdır. Gazetede, manşet vasıtasıyla kendi fikrini öne çıkaran zatı muhteremdir daima. Yoksa iç sayfalar veya -tanınmışlar dışında- köşe yazarlarının manşete zıt dahi olsa kimse ne dediğine bakmaz. Şu anda Yeni Akit’te Sayın Abdurrahman Dilipak’ınki dışında samimi merak edilen bir köşe yazısı var mı, bence yok.O da gündemden çok değişik konulara temas ettiğinden sanırım. Bir de edebiyat meraklıları sizin yazılarınızı takip ediyorlar.Okuma oranları farklıdır gazete ve derginin. Önceki dönemlerde düşünceler ağırlık kazandığı için herkeste bir okuma merakı vardı. Türkiye’nin o tarihlerdeki nüfusuna oranla gazete ve kitap okuma nispeti fazlaydı tabii. İşin bir de ekonomik yönü var elbet. Ekonomi derken çarşı pazarı kastetmiyorum sadece. Ekonomiye, Osmanlı Türkçesi ile “iktisat” denilmesini daha uygun buluyorum, daha şümullü (kapsamlı) görüyorum. Üretilen ve pazarlanan malları iktisatlı biçimde kullanırsanız fiyatlar artar mı? Arz-talep mevzuu yani… Kimsenin ya da çok az -imkânı olan- kişinin aldığı mamulün fiyatı hangi ekonomi mantığıyla artar o vakit? Bu durumda da cemiyet elinde kalan finansla da hem kitap hem birkaç gazete ve dergi alıyordu. Şimdiyse millet bankalara taksit ödemeden elinde geçim kaynağı kalmıyor ki. Demek ki bu konunun desteklenmesi sadece “parasal” bakımdan değil, cemiyeti iktisada, kanaate yönlendirmek, bir de banka kredisi almayı zorlaştırmaktan geçiyor. Bu durum, millî kültür zeminin müspete doğru gitmesinin teminatı da olacaktır. Televizyonlardaki reklam çılgınlığı da bunu körüklüyor tabii. Düşünün 50’ye yakın -mahalli olanları da sayıyorum- telekomünikasyon ağında olanlar ve internetteki TV yayınları ve youtuberlerin aldıkları reklamları düşünürseniz milletin evinin niçin kullanmadığı “gayr-ı zaruri” (Bediüzzaman) daha iyi anlaşılır.
İstanbul’da tahsil hayatınız sıralarında pek çok meşhur kişi ile tanıştınız. Bunlardan isim olarak bahseder misiniz? Varsa bir hatıranızı anlatır mısınız? Ayrıca tanışamadığınıza üzüldüğünüz bir şahsiyet var mı?
Öncelikle tanışamadığım için eseflendiğim birkaç değerimiz var: Necip Fazıl Kısakürek, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Cemil Meriç, Cemal Kutay ve Üstün İnanç. Hâlâ yaşayanlarıyla -inşallah- pandemiden sonra görüşürüm.Altı ay deneme mahiyetinde çalıştığım Tasvir’de, bütün okul hayatımda da yazı, okuma ve neşir açısından irtibatlı olduğum Yeni Nesil gazetesinde edebiyatla alakalı isimler vardı elbet. Başta Yavuz Bahadıroğlu gelir; Türk edebiyatında daha çok tanındığı için.Durmuş Dercan, Mustafa Kaplan, Bünyamin Ateş, Muhsin Demirel, Ümit Şimşek, Burhan Bozgeyik, Abdullah Eraçıkbaş, – Bence en güzel romanlarından biri olan Hiç Yaşanmamış Gibi’nin yazarı Hüseyin Yılmaz, Prof. Dr. Mahmut Kaplan, Haluk İmamoğlu… Ve daha pek çok değer. Sizinle olan irtibatım zaten belli.
Basın ve edebiyat geçmişte daha sıkı bir işbirliği hâlindeydi. Bugün basın edebiyattan biraz uzaklaştı. Doğru dürüst kültür sanat sayfaları bile yapılmıyor artık. Bu hükme katılır mısınız? Genel olarak basınımızın kültüre, edebiyata, sanata katkıları hakkında neler söylemek istersiniz?
Basınla edebiyatın ve edebî çalışmaların geçmişte büyük bağlantısı vardı. Şu anda da gazetelerin kitap ekleri var ama edebiyatta yeni istidatların yetişmesi için zemin hazırlayıcı biçimde sayfalarını açmıyorlar onlara. Hâlbuki özellikle millî anlayış çerçevesinde yeni ediplerin yetişmesi için çalışmalarını neşredecek zeminlere ihtiyaç var. Bunu sağlayan gazete hem ekstra okuyucu kazanır hem de millî irfanımıza büyük katkı sağlar. Dergiler nispeten daha iyi, edebî dergiler daha çok profesyonel isimlere yer açsalar da sayfalarında, genç ediplere daha fazla imkân sağlıyorlar, olmayanları da ilk yayımlandığından beri birer edebiyat mektebi özelliği gösteren bir yapıya kavuşmaları lazım.
Televizyonların durumunu sormak istiyorum. Televizyonlar kültüre, sanata ve edebiyata gereken değeri veriyorlar mı? Üstlerine düşen görevin ve sorumluluğun farkındalar mı?
Maalesef sorumluluklarının farkında değiller. TRT’nin kültürle alakalı bir kanalı var ama kâfi değil. Bu kanal, maddi ve kalifiye kadro vererek daha cazip hâle getirilebilir. Türk Edebiyatının klasikleşmiş romanları, en azından, TV filmi hâlinde çekilebilir.
Keza radyolar ne âlemde? Türkiye’de çok sayıda radyo var ama etkili olanlar az. Bilhassa televizyondan sonra tesirleri azaldı sanki. Uzun vadede radyoculuğumuz nasıl buluyorsunuz, geleceğe dair ümit vadediyor mu?
Ortaokul ve ilkokul yıllarımda radyolarda “Arkası Yarın” kuşağı bulunuyordu. Bunların büyük kısmı klasik hikâye ve tiyatro oyunlarından müteşekkildi, dinleyenlere büyük zevk verirken genç dimağları geleceğe hazırlardı. En azından devlet radyoları tekrar böyle bir çalışma başlatsalar…
Sizin de yakından ilgilendiğiniz ve bazı sitelerde yazı yazdığınız internet dünyası hakkında genel olarak kanaatlerinizi öğrenmek istiyorum. Hür bir şekilde yayıncılık yapıyorlar mı? Sitelerin faydalı, hayırlı mecralar oldukları söylenebilir mi?
Yaptıkları yayıncılığın -bildiğim kadarıyla- basılı ve görsel medyadan daha hür olduğuna inanıyorum. Çünkü çok fazla ekonomik endişe taşımıyorlar. Bahsettiğin o sitelerle yazı irtibatını sağlayan Muhterem Bülent Ertekin dostuma çok teşekkür ediyorum. İşin garip tarafı, bu sitelerde yayımladığım gündemle ilgili ama politik olmayan -neticede memuruz- yazılarım edebî çalışmalarımdan daha çok ilgi görüyor! Milletin edebiyatla olan alakasını düşünün artık. Siz de genelde edebiyat adamlarıyla ilgili araştırma ve denemeler yayımlıyorsunuz, kesin bir şey diyemesem de insanların beklediğiniz gibi pek de ilgili olmadıklarını sanıyorum.
Yazılarınızda ve sohbetlerinizde edebiyatın yanı sıra fikir hayatına dair duygu ve düşüncelerinizi de dile getiriyorsunuz. Size göre bir edebiyatçı aynı zamanda dünya görüşünü de seslendirmeli mi, fikirlerini açıklamalı mı? Bu konuda dozu nasıl ayarlamalı? Siz kendi dünya görüşünüzü hakkıyla okuyucularınıza aktardığınızı düşünüyor musunuz?
Bu açıdan merhum seleflerimiz gibi süslü sözler edemeyeceğim ben. Yok klasik anlayış ve realizmde esas sanat sanat içinmiş de yok sanatta gaye sadece estetiği yakalamakmış, lafa değil icraat mühimdir benim için. Birkaç entel şair dışında edebiyatın hiçbir türü mesajsız, “tema”sız ve fikirsiz değildir. Bu konuda Namık Kemal, Mehmed Âkif, Sezai Karakoç ve Bediüzzaman gibi düşünüyorum.
Malum bir salgın dönemindeyiz. Eski birçok dinî vazifemiz, âdetimiz, geleneğimiz ne yazık ki yaşatılamıyor. Başta hac ibadeti yapılamıyor, teravihler kılınamıyor, sohbet toplantıları yapılamıyor. Bu olağanüstü hâl karşısında bize düşen görev nedir? Bazı insanlarda aşırı bir umutsuzluk görüyorum. Ama sınırım yazara, düşünce adamına burada da görev düşüyor? Topluma ümit aşılamak ve karamsarlığa düşmelerini engellemek. Ne dersiniz. Aydınlarımız bu konuda üzerlerine düşen vazifeyi yapılar mı?
Pandemi ve onu önlemeyle ilgili kimi izahları moral ve dinî değerlerimize aykırı görüyorum. Bu nevi din dışı açıklamalar insanları umutsuzluğa atıyor. Bir azınlık da hadiseyi komplo teorisiyle izah edip millete işi hafifseterek, vaka sayılarının artmasına yol açıyor. Hamdolsun bizler Müslümanız ve Yüce Rabbimizin izni olmadan bir yaprağın bile yere düşmeyeceğine inanırız. Komplo olsa da bunu yaratan yine Allah değil midir inancımıza göre? O zaman bu dert hangi yönden ders almamızı sağlamak için verilmiştir diye Kur’ani tabirle “akletmemiz” mühimdir. Eve kapandığımız bu günleri okumalarla ve tefekkürle taçlandırmak en güzelidir.
İlk eseriniz bir roman: Sürgündeki Çeçenya… Roman hangi konuyu ele alıyor, kısaca anlatır mısınız? Eserin tanıtımı yapılabildi mi, amacına yani okuyucusuna ulaşabildi mi?
Daha önceleri tefrika romanlarım, bağımsız olarak makale, deneme ve hikâyelerim de bazı dergi ve gazetelerde yayımlanmıştı. Sürgündeki Çeçenya 1996’da basıldı. İkinci baskısının 2000’de yapıldığı kitap, Çeçenistan Bağımsızlık Mücadelesinin yoğunluk kazandığı yılda neşredilmişti. Gençlik Yayınevi tarafından neşredilen romanın şimdi baskısı tükendi. İlgili olanına ulaştı okuyucuların ama eğer bir kültür ve yayın zemininde tanıtımını yaptırabilseydim daha fazla baskısı olabilirdi. Belki ileride imkânım olursa tekrar neşrederim. 2002 yılında basılan deneme- biyografi- hikâye kitabım ise Yıllardan Beri Mezar Yeri Tartışılan/ Nur Üstad idi. Birincisinin baskısı kalmadı, ikincisi ise şu an Kitapyurdu satış sitesinde M. Nuri Eminler mahlasıyla satışta. Kitabın yayımlanmasında emeği geçen Mekki Yassıkaya Bey’e çok teşekkür ediyorum. Daha sonrakileri ise sunacağım biyografimde belirteceğim.
Bugünlerde iki kıymetli eseriniz okuyuculara ulaştı. Hayırlı uğurlu olsun.
“Siyahtan Turkuaz Koşmak” öykümün adını kitaba başlık yapmıştım. “Bingöl’e selam” yazınızda da belirttiğiniz gibi hikâyelerin hepsinde “15 Temmuz” millî dirilişindeki ruhu unutturmamak istedim, sonra yazdıklarım da var ama onlar daha çok şahsi konuları ele alıyor. O hikâyeleri de Kitapyurdu Doğrudan Yayınevi’nin incelemesinde bulunuyor. Ver Elini Türkmeneli ise bir roman. Satış sitesindeki tanıtımda -özetle- belirttiğim gibi üç bakış açısına sahip. Bunlara ek olarak ikinci tekil şahsa hitap şeklinde bir anlatım da var. Dördüne birden “Karma Bakış Açısı” diyorum ben. Konusu hakkında yukarıdaki bir soruda cevap vermiştim. Sovyet işgaline karşı Afgan cihadında ağır yaralanan Cemaleddin’in Türkmeneli’ne gidiş hikâyesi romanlaştırılıyor. Romandaki hadiselerin asıl başlangıcına döndüğüm “….sayhası-II” incelemede ama hedefim olan üçüncüsünü yazabilmem için -bu zihni dağınıklığımda- Allah’tan yardım ve sizlerden dua bekliyorum.
Anadolu’da yaşamak bir edebiyatçı için şanssızlık mı? İstanbul dışındaki şehirlerimizde yaşayan bazı şair ve yazarlarımız, eser ürettiklerini ancak seslerini duyuramadıklarını söylüyorlar. Siz de bu kanaatte misiniz? Yoksa Anadolu’da yaşamanın bir bakıma talih olduğunu zira daha bereketli zamanlara sahip olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?Kısacası Birecik’te yaşamaktan ve burada muallimlik yapmaktan memnun musunuz? Yoksa “Keşke İstanbul’da kalmaya devam etseydim.” mi diyorsunuz?
Bu biraz da nasip meselesi. İstanbul’da kalıp da eğer medya dünyasına dalsaydım, hem bu çalışmalar için zaman bulamayacak hem de mesleğim gereğince Türk edebiyatıyla ilgili bilgilerimi güncelleyemeyecektim. Hani bir İslami kaide vardır. Mealen şöyle: “Hayırlı olan Allah’ın seçtiğidir.” Yalnız şu hakkı da teslim etmeliyim ki acaba eğitimimi İstanbul’da değil de Anadolu’nun en güzide bir mekânında dahi yapsaydım, edebiyat âlemine -karınca kararınca- katılabilir miydim bilmiyorum. Çünkü her uzmanlık sahası gibi edebî eser vermenin bir şartı da uygun atmosfer içinde bulunmaktır. Altyapısı kurulmamış hiçbir çalışma bir neticeye varamaz. Eğer roket çalışmalarının altyapısını Alman bilim adamları atmamış olsaydı ne Amerikalılar ne de Ruslar soğuk savaş döneminde uzay çalışmalarında başarılı olabilirler miydi? Pandemiden önceki Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı ile ESKADER’in Sanatalemi gibi kuruluşların şemsiyesi altında o atmosferi oluşturduğunuzu biliyorum; bu yüzden tebrik ediyorum sizi. O meclislere benzer çalışmaları, başkanlığını Mehmet Kağan Bey’in yaptığı İstanbul Gençlik Teşkilatı bünyesinde biz de yapardık. Oraya katılanlar öğrenci arkadaşlardan çok yazar çıktı. Bunlardan biri de siz ve editör Abdullah Eraçıkbaş’tı galiba. İslam Yaşar arada sırada katılırdı. Bunu keşke Anadolu’da da gerçekleştirebilseydim. Bazı teşebbüslerim oldu ama bir şekilde -bazı insanlar tarafından asliyeti bozulunca- geri durmak zorunda kaldık. En azından Mevlâna’nın Mesnevi’sini okuyup müzakere eden bir dost meclisi olsun dedik, ondan bile istinkaf edilince işin ucunu bıraktım ben de. Belki emekli olunca…
Yazarları besleyen kaynaklar önemlidir. Sizin, Cumhuriyet Devri’nin büyük âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatını okuduğunuzu ve bu eserlerden istifade ettiğinizi biliyorum. Hatta bunun yansımalarını da eserlerinizde görüyoruz. Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra bazı kişiler, hain FETÖ örgütünü Bediüzzaman’la iltibas etmeye çalıştılar. Bediüzzaman’ı hem bir âlim olarak hem de bu yönüyle anlatır mısınız? Bediüzzaman’ın temel hedefi, amacı, ilkeleri nelerdi? Milletimize ve ümmetimize dair idealleri neydi?
Rahmetlik Cemil Meriç’in tabiriyle diyeyim. O özelde Osmanlı, genelde ise tüm Müslümanların inanç temelinde birliğini savunan, bu inanç birliğinin de İslam Devletlerinin maksatta birliğiyle gerçekleşebileceğini savunan bir insandı. Bu gayesini de Yüce Kitabımız Kur’an ve Peygamberimizin Hadislerine dayandırıyordu. Zaten Sünuhat isimli eserindeki “Kur’an’ın Hâkimiyet-i Mutlakası” makalesinde mesleğinin ve Nur risalelerinin temel kaynağının ne olduğunu açıkça söyler. Yine bir makalesinde cemiyetimizin ve dolayısıyla Osmanlı’nın asıl meselesinin (probleminin) “Zaaf-ı Diyanet” (Din-iman zaafı) olduğunu belirtir. Hayatı boyunca yetiştirdiği talebeleri ile devamlı bu “zaaf”ı gidermeye çalıştı. Doğu Anadolu Bölgemizde merkezi Van’da, şubeleri de Siirt ve Diyarbakır’da olmak üzere açma gayesini güttüğü “Medresetüzzehra” üniversitesi de aslında bu dinî zayıflığı ortadan kaldırıcı müderrisler yetiştirmek için kurulmalıydı. Emirdağ mektupları içindeki bir vasiyeti de budur; talebelerinin bu üniversitenin “maddi şeklini” de oluşturmalarıdır. Hem akademik kadro olarak hem de finans olarak sadece tek bir çalışma grubunun buna kifayet etmeyeceği açıktır. Büyük bir ittihat çemberiyle bu vasiyet değil sadece Anadolu, güzide devletimizin elinin uzadığı her yerde, gönül coğrafyasına yayılacak surette yerine getirilmesi gerekir, tabii bence.
Hain FETÖ ile karıştırmalar meselesine gelince bunu yapanlar onun gayesinin sadece iman olduğunu bal gibi bilirler. Muhakeme edildiği her mahkemenin iddiaları arasında “Dini siyasete alet etme” ithamının bulunduğunu, bunların hepsinden beraat aldığını bilmeyecek kadar bön değil bu adamlar. Kimisi akademisyen çünkü bunların, kimisi gazeteci-araştırmacı, kimisi de diplomat. Öyleyse neden yapıyorlar? Onun, eserlerinin ve iman davasını sürdüren kitlesinin “imanı ihya mektebi” diyebileceğim fonksiyonlarını yapmalarını önlemek ve bir zaman Rahmetlik Menderes’le devamı mahiyetinde kurulan AP’yi “nurcu” iftirasıyla yıpratma isteği gibi bir kumpasla, şimdiki iktidarı Türkiye aydının gözünden düşürmek içindir diye anlıyorum. İşin bir de “uluslararası” boyutu var, orayı izah eden araştırma eserlerine, özellikle Semendel Yayınevi’nin neşrettiği araştırma eserlerine bırakıyorum.
Nur risaleleriyle açılan çığır müstakil bir yol değil, “Kur’ani bir yol”dur. Zaten Kur’an-ı Kerim’in bir adı da Nur’dur. “Furkan”, yani hakkı batıldan ayırt edici en büyük tesir de nur (aydınlık) değil midir? Bu meyanda ne kadar söz söylense yine kâfi gelmez. Muhterem Müellifin mecmua hâlindeki eser sayısı on dört cilttir. Eski Said dönemi eserlerinin derlendiği Asar-ı Bed’iyye (Envar, Elmas Neşriyat) ile beraber 15’e çıkar. Hayatıyla alakalı 12-13 cilt eseri, hakkında içinde benim kitabımın bulunduğu 30’a yakın araştırma, roman, derleme ve belgesel hikâyeler bulunan bir zatı üç beş cümle ile anlatamamak büyük hakperestliktir. Köşe yazılarınız ve İstiklalden İstikbale deneme kitabınızdan bildiğim gibi bu konuya zaten hâkimsiniz. Yeni yazılarınızda sizin de bilhassa onun vatanseverliği üzerinde duracağınızdan eminim. Mesela bu konudaki çok beyanlarından biri, Afyon Mahkemesi sırasında hâkime söylediği sözdür. “İslam âlimi olmak cihetiyle” der, “bu vatan ahalisine ilmimle hizmet etmek benim için farzdır.” Kafkas Cephesinde gönüllü alay komutanı olarak çarpışıp en az 500 değerli talebesini şehit vermesi de -işte- bu farziyetten -dinî literatürde farz-ı kifayeden- ileri gelmiştir.
Mühim gördüğüm bir izlenimimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Nur risalelerinin açtığı kelami ve Kur’ani çığır, fertlerin iman dairesiyle sınırlı düşünce hürriyetini elinden alan bir yapı göstermez. İrfani ve imani faaliyetlerinde anlayış tarzları yöresel teknik istişarelerle yapılır ama bunlar yine de tavsiyeden öteye gitmez; eserlerden anladığım bu benim. Devamlı olarak bütün inananların kardeşliği dersini verir, talebelerine yapıcı davranmalarını söyler. Zaten ferdin hürriyetini elinden aldınız mı iş yapamaz duruma gelir. Çağ insanının serazat hâlini de eklerseniz buna, mesele daha da çetrefilli bir hâl alır.
Yazarlara röportajlar sırasında sormak âdettendir. “Tezgâhınızda ne var?” diye. Biz de soralım. Okuyucuları Mehmet Nuri Bingöl’den hangi eserleri beklesinler? Nasip olursa bunlar ne zaman yayımlanacak? Muhtevaları nedir? Mahzuru yoksa bilgi verebilir misiniz?
Hem köşe yazılarımda hem hikâye ve denemelerimde hem de romanlarımda belli bir program takip edecek şartlara sahip değilim, öyle bir alışkanlığa da. Çoğu zuhurata tabi olsa da bir kısmı değerli gördüğüm insanlara verdiğim sözlerden kaynaklanıyor. Şu anda, eğer ömrüm kâfi gelirse, muhayyel konularda üç roman tasavvurum var, iki de fikir kitabı. Bir kısım hikâyelerimi de kitaplaştırdım, bakalım incelemeden ne çıkacak; artık hayırlısı. Gönül Sayhası-2 ise neşrolmayı bekliyor. “Marifet iltifata tabidir.” fehvasıyla maddi, manevi istinat noktası olmaları mühim tabii.
Son sorumuz da tavsiyeleriniz olsun. Çünkü iyi bir birikiminiz var. Ömrünüzü okumaya ve yazmaya adadınız. Edebiyatı, kültürü, medeniyeti önemseyen ve ciddi okumalar yapmak isteyen, hatta yazı yazmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz? Nasıl hareket etsinler, kimleri okusunlar?
Bilhassa külliyat bırakmış yazarları okusunlar. Üstünkörü okumak onlara fayda sağlamaz. Okuduklarına “Neden böyle denilmiş, bu yapının sebebi ne?” diye düşünerek baksınlar. Muayyen bir isim veremiyorum ama hem anlatımın sağlamlığı hem imla bakımından yetişmeleri hem de uzak ve yakın tarihimiz açısından seviye kazanmaları için tarihî ve millî eserleri okusunlar.
Suallerime cevap verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
Teşekkürümüz karşılıklı. Sorularınıza daha teferruatlı cevaplar istemiştiniz. Ramazan orucu sarsıyor insanı. Kimisini kısa geçtim bu sebepten. Çalışma ve köşe yazılarınızda Allah’tan başarılar diliyorum.