RÖPORTAJLAR |
Bu bir dönüş hikâyesiydi. Oğlum Ahmet’le Fatih sokaklarında dolaşmaya çıkmış evimize geri dönüyorduk. Ahmet her zamanki uçarı ve enerjik tavırlarıyla elini tutmaya çalışan elimi itiyor, tek başına özgürce koşturmak istiyordu. Her köşe başında bizi karşılayan kediler önce meraklı gözlerle Ahmet’i süzüyor, sonra Ahmet’in gelişindeki haşin ve hırçın tavrın hayra alamet olmayabileceğini düşünerek yavaş yavaş kaçış hazırlıkları yapmaya başlıyorlardı. Kedilerin temkinli tavırlarını gören Ahmet ise daha da heyecanlanıp dörtnala kedilerin üstüne koşuyordu. Bazen daha yaşlı veya daha az dikkatli bir kedi Ahmet’ten kaçmamayı tercih ediyor ve tüylerinin önemli bir bölümünü Ahmet’in yumuk ellerinin arasında buluyordu. Zafer kazanmışçasına şen kahkahalar atan Ahmet, elindeki tüyleri savura savura koşturmaya devam ederken ben de onun peşinde sokak sokak koşuşturuyordum.
Bu koşturma bizi bazen Fatih Camii’nin geniş ve ulu avlusuna bazense Haseki’nin dar sokaklarına götürüyordu. Keşfetme ve öğrenme arzusuyla dolu olan oğlum bazen benim de yeni şeyler öğrenmeme, ufkumu genişletmeme vesile oluyordu. O gün olanlar ise belki de uzun yıllar hafızamdan çıkmayacak cinstendi. Ahmet’le Fatih gezintilerimize Hoca Üveys Camii’nin önünde devam ediyorduk. Birçok kez sıklıkla geçtiğimiz bu yol bizi Peygamber Efendimiz’in hatırası Hırka-i Şeriflerine çıkardığı için özel ve anlamlı bir yoldu. Oğlumla yürüdüğüm için bu yolu şimdi daha da seviyordum.
Ahmet yine gözüne bazı mahzun kedileri kestirmiş yavaşça onlara doğru yaklaşmaktaydı. Kayınvalidemle birlikte tüm dikkatimizi Ahmet’e vermişken bir anda kulaklarımıza dolan tiz çığlıklarla irkildik ve başımızı yukarı kaldırdık. Kocaman kanatlarını açmış bembeyaz martılar üstümüzden hızla geçerken birbirlerini çağırır gibi uzun çığlıklar atıyorlardı. Bir anlık heyecanla Ahmet’i kucağıma alıp üstümüzden geçen martıları ona gösterdim. Ahmet, hareketi çok sevdiği gibi hareket eden şeyleri de çok seviyordu. Hayranlık dolu gözlerle martıları izlerken bir yandan da onların çığlıklarına eşlik eder gibi hayret naraları atıyordu. Kısa bir süre sonra martıların aslında rastgele bir yere doğru uçmadığını belli bir rota çizer gibi sürekli gidip geldiklerini fark ettim. Martıların geldiği yere doğru biraz daha ilerleyince bu devridaimin sebebini anlamıştım. Çöp konteynerinin üstünde bir kasa dolusu hayvan kemiği onları bekliyordu. Martılar için devasa bir ziyafet anlamına gelen bu kemikler, mahalle kasabının onlara bir armağanıydı. Kendi işine yaramayacak kemiklerin çöpe gitmesindense masum hayvanlara rızık olmasını düşünen kasap, böyle bir iyilik yapmak istemişti. Gittikçe kalabalıklaşan martılar birbirlerini ezercesine kemiklerin başına üşüşüyor, kapabildiklerini kapıyor, başkalarına kaptırdıkları kemikler içinse acı feryatlar atıyorlardı. Az veya çok hepsi kemiklerden nasibini almış, bir şekilde karınlarını doyurmuşlardı. Fakat konteyner etrafında uçuşlarına devam ediyor, belki gözlerine yeni kemikler kestirmeyi bekliyorlardı. Martıların uçuşlarını hayretle izleyen oğlum Ahmet’in mutluluktan ağzı açık kalmıştı. Ahmet mutluydu, kasap mutluydu, martılar mutluydu, biz mutluyduk, her şey tastamamdı, herkes huzur doluydu.
Bu mutluluk ve huzur dolu tablonun fazla uzun sürmeyeceği ise onun gelişiyle kendini belli etmişti. Uzun boyu, ağır adımları ve üzerinden dökülen eski püskü elbiseleriyle martılara doğru yaklaşan adam bu manzaranın tüm görünüşünü değiştirmek üzereydi. Mahallenin delisi olarak bildiğimiz adam, konteynerin başına gelerek önce bize sonra havadaki martılara baktı. Bizim fark edemediğimiz bir garipliği fark etmiş gibi etrafı incelemeye başladı. Delinin teki olarak gördüğümüz bu adamın davranışlarını hiçbirimiz pek önemsemiyorduk. Benimse tek endişem oğlum Ahmet’e bir zarar gelmesi noktasındaydı. Gözüm bir yandan Ahmet’te bir yandansa adamdaydı. Konteynerin başına gelerek kutunun ağzından içeri bakan adam bir anda var gücüyle bağırmaya başlamıştı:
-Bu çöp kutusu ağzına kadar kuş dolu! Bu kemikleri buraya kim koydu? Bunların hepsi burada ölecek!
Bir anda hepimiz şaşkına dönmüş, adamın ne söylediğini anlamaya çalışıyorduk. Gerçekten çöp kutusunda martılar olabilir miydi? Çöp kutusunun ağzı bir martının tek başına zorlukla geçebileceği büyüklükteydi. Eğer kutunun içi adamın dediği gibi martılarla doluysa dışarı çıkmaları gerçekten zor olabilirdi. Biz hayretle bunları düşünürken adam ise kutunun etrafında dört dönüyor, bir yandan kasaba kızıyor diğer yandansa martıları çıkarmanın bir yolunu arıyordu. Koşturmaktan ter içinde kalmış, gözbebekleri hırs ve öfkeyle büyümüştü. Bir şey yapamıyor olmanın, çaresizliğin verdiği his onu âdeta yiyip bitiriyordu. Kutunun etrafında birkaç kez daha sıçraya sıçraya döndükten ve kasaba biraz daha bağırdıktan sonra bir anda konteynerin başına geldi ve durdu. Çöp konteynerinin ve adamın etrafını artık büyük bir kalabalık sarmış, merakla olayın nereye varacağını görmek istiyordu. Adam, etrafındakilere son bir kez hoyratça baktı ve konteynerin kapağını açtı. Yan yana duran çöp bidonlarından boş olan ilkini sertçe çekip bir yana itti. Martılarla dolu olduğunu iddia ettiği diğer bidonsa köşede duruyordu. Kolunu uzatıp bidonun kulpunu tuttu ve var gücüyle kendine doğru çekip çıkardı. Adamın bidonu çekip çıkarmasıyla birlikte bir anda çığlık çığlığa kendini bidonun dışına atan onlarca martı dehşet dolu bakışlarımızın altında gökyüzüne doğru yükseliyordu.
Bidonun yanında yere çömelen adam ise bir yandan kendini gökyüzüne fırlatan martıları izliyor, diğer yandan ise var gücüyle salavat getiriyordu. Adam salavat getirdikçe sanki daha çok martı kendini can havliyle bidonun ağzından dışarı atıyor, bir an için kaybettikleri özgürlüklerini tekrar kazanmanın neşesiyle kulaklarımızı inleten sevinç çığlıkları atıyorlardı.
Adamın sözlerine şüpheyle yaklaşan bizler ise bu manzara karşısında ağzımız açık bir şekilde hiçbir şey söyleyemeden kalakalmıştık. Martıların çığlıklarına eşlik eden tek şey oğlum Ahmet’in hayret nidalarıydı. En fazla 5-10 martının çıkmasını beklerken belki yüze yakın martı küçüçük bir çöp bidonunun içinden fırlamış kendini göğe fırlatmıştı.
Martıları kurtaran adamın ise hâlâ içi rahat etmemişti. Sıkıntı ve gerginlikle konteynerin etrafında dönmeye devam ediyordu. Kafasını bidonun içine uzatıyor ve endişe dolu gözlerle bakarak ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Anlaşılan bidonun içinde dışarı çıkamamış martılar kalmıştı. Çöp bidonunun derinliği, onların çıkmasına engel oluyordu. Adam daha fazla dayanamadı ve kendini bidonun içine doğru uzattı. Yarı beline kadar bidona giren adam bir eliyle dipteki martıları çekip dışarı atıyor diğer yandan da nefesinin yettiği kadar salavat getirmeye devam ediyordu. Biz ise dehşete kapılmış bir şekilde onun tek başına yaptığı bu kahramanlığı izlemeyi sürdürüyorduk. Son martıyı tutup dışarı attıktan sonra rahatlamış ve huzura ermiş bir şekilde kutudan çıktı.
Yorulmuş fakat sakinleşmişti. Uzun ve ince boyuyla karşımıza dikilmiş, sanki o dik duruşuyla bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. Ben, Ahmet, kayınvalidem, kediler, kasap, komşular, esnaf, yoldan geçenler, gençler, yaşlılar… Herkes aynı mahcubiyeti ve hüznü içinde aynı anda yaşayarak onu seyrediyordu. Onun ise yorgun ve yıllanmış gözleri bizi tek tek süzdü ve uzun ince bir sopa gibi kaldırdığı koluyla bizleri göstererek belki de ömür boyu kulaklarımı terk etmeyecek şu cümleyi soluğunun son kuvvetiyle haykırdı:
-Hepiniz akıllı! Ben deliyim, değil mi?
Bu cümle suratımıza çarpılan soğuk bir su gibi bizi uyandırmıştı âdeta. Dilimizde dualar, gönlümüzde minnet dolu duygularla ona mahcubiyetimizi ve şükran duygumuzu ifade ediyorduk. Tepemizde dönmeye devam eden yüzlerce martı ise, kendi dillerince ona teşekkürlerini sunuyordu. Onun sayesinde martılar, hayata ve çok sevdikleri o masmavi göklere dönmüşlerdi. Evet, bu birçok şeyin hikâyesiydi. Ama hepsinden çok bir hayata dönüş hikâyesiydi.
(Fotoğraf: Abdülkadir Karataş)