Şehir merkezinden gelen araba gürültüsü, tam üstüne uzanan ağaç dallarından yayılan, hoş bir melodiye dönüşmüş kuş cıvıltıları uğuldayarak silikleşti kulaklarında genç adamın. Yaşadığı andan kopmuştu âdeta. Geçmişe doğru astral bir seyahate çıkmıştı sanki. Şu an yaşıyormuş gibi alnı terledi, yüzü kızardı, boyun damarları iyice belirginleşti… Kendi kulaklarını bile çınlatan yüksek bir sesle bağırıyordu:
“Neden beni dinlemiyorsun?”
“Neden söylediklerimi yapmıyorsun?
“Çok şey mi istiyorum? Her gün aynı şeyleri konuşmaktan bıktım artık…”
“Ben neyim bu evde…” gibi cümleleri art arda sıralıyordu.
Evet, kendine göre çok şey istemiyordu. Uyumsuz olan da kendisi değildi. İstekleri yapılıverse her şey yoluna girecekti ona göre. Çalışıp yoruluyordu onlar için. Bu yetmezmiş gibi akşam eve geldiğinde nereden nasıl çıktığını bilemediği bir tartışmanın içinde buluyordu kendini. Bu kadarı da fazlaydı artık.
Bu gerginliğin gün geçtikçe devam etmesi iyiden iyiye yormuştu onu. Bazen eve gelmek bile istemiyordu. Birbirlerini severek evlenmişlerdi eşiyle, hâlâ da seviyorlardı aslında. Çocuğu ise bambaşkaydı onun için…
Bütün bunlara rağmen yorulduğunu düşünüyordu artık… Erkenden odasına çekildi ve yatağına uzandı. Gözlerini tavandan sarkan lambaya dikti. Işığın etrafını çevreleyen alçı desenlerinde dolandı bakışları. Desenler arasındaki orantısızlık biraz daha gerdi onu. “ Hiç kimse işini iyi yapmıyor ki…” diye söylendi. “Boş ver.” Anlamı taşıyan derin bir nefes alarak sağ omuzu üzerine döndü ve gözlerini kapattı.
Beynindeki iflah olmaz düşünceler hâlâ doludizgin koşmaya devam ediyordu. Sabah uyanınca her şey bambaşka olsun istiyordu. Bambaşka dediği neydi kendi de bilmiyordu. Bu düşüncelerle dimağı bulanıklaşıp gitti…
Az öteden gelen sesle irkildi birden bire kendine geldi.
“El-Fatiha"
Bir rüyadan uyanır gibi sıyrıldı düşüncelerinden. Zaten keşkelerle, pişmanlıklarla darmadağın olan yüreği biraz daha ufalandı. İstemsiz yaşlar süzüldü gözlerinden. Hiçbir keşkeyi telâfi etme şansı yoktu artık. Şimdi düşündüğünde ne kadar da anlamsız ve gereksizdi tartışma çıkardığı, büyük bir meseleymiş gibi gördüğü her şey. Şu an olsa hiç şikayet etmeyeceği ailesi ve onların gerekli, masum istekleri olmayacaktı bir daha.
Son tartışmalarından sonra söylediği söz ise kor gibi yakıyordu göğsünün derinliğini. Sanki hafifletmek ister gibi elini bastırdı sol yanına. Ama nafileydi. Gittikçe derinleşiyordu göğsündeki acı… “ Nereye gidersen git!” cümlesini asla kurmamış olmayı diledi binlerce kez. Mâalesef çıkmıştı ağzından bir kere… Kulaklarını patlatırcasına yankılanıyordu şimdi zihninde. Küçük kızının annesinin elinden tutup kapıdan çıkarken korku ve tedirginlikle karışmış bakışları bir hançer gibi saplanıyordu bağrına. Çalmamış olmasını dilediği telefondaki o sesi silemiyordu şimdi kulaklarından; “ Eşiniz bir kaza geçirdi…”
Daha ikinci gün olmasına rağmen bir asır olmuş gibi geliyordu onların yokluğu. Gayri ihtiyarî hıçkırıklar döküldü boğazından. Kocaman bir yumru oturmuştu göğsünün ortasına. Yetmiyordu içine çektiği oksijen. Gitgide nefesi daraldı. Boğulacakmış gibi hissetti bir an…
“Ah hayat!” dedi iç çekerek.
“Sen ne büyük bir öğretmensin. Hem de acımasız. Ama böyle mi olmalıydı. Onları kaybederek mi öğrenmeliydim ne kadar kıymetli olduklarını…”
Hüznünden tutamadığı gözyaşları birer birer akıyordu toprağa. Bir eli mavi boncuk gibi gözleriyle “Yapma baba!” der gibi bakışlarıyla veda eden küçük kızının, diğer eli ondan sevgi ve huzurdan başka bir şey istememiş eşinin mezarında idi…