RÖPORTAJLAR |
Darmadağındı… Zihnini kemiren sonsuz düşüncelerin karanlığında hapisteydi. Ve bu hapiste volta bile atamayacak vaziyetteydi. Vehmin kuşatmasında yaşıyordu. Bu öyle bir yorgunluk ki üç gündür içtiği kahve fincanları odanın her yanında bir takım oluşturmuştu. Bir göz attı etrafına. Fincanların içi, onun içinden farksızdı. Sararıp koyulaşmış ve köhne… Yıkanmayan ütülenmeyen kıyafetlerine baktı. Bir poşete koyulup atılmaya layıklar dedi içinden. Benim gibi. Ayağa kalktı. Kalkarken aynada yansımasını gördü çok kısa bir an. Kendini görmemeyi dilerdi. Sinekkaydı dolaşan adamın yüzünde saç sakal iç içeydi.
Sahi nasıl gelmişti bu hale. Geçirdiği o görkemli günler nasıl kilometrelerce uzaktı şimdi. Yeniden dağıldı, pili yalandan dolmuş ve saniyeler sonra yeniden bitmiş bir kumandaydı. Yığıldı dedesinden kalma tekli yeşil koltuğa. Bu dolup boşalmalara öyle alışkındı ki ümitle hüzün el eleydi onun lügatında. Ümit, hüzün, ümit, hüzün, ümit, hüzün… Sıfırla bir gibi kodlanmıştı bu iki duygu hayatının her yanına. Koltukta sallanmaya başladı. Gıç, gıç, gıç… Bu sesle bir uyum yakaladı, sevindi. Alışkın değildi uyuma ne de olsa. Her gıç sesi bir saniye ediyordu. Emindi buna, kimse aksini iddia edemezdi. İspatlardı. Sahi ispatlar mıydı ? Tabi ispatlardı; sinüs, kosinüs, matematik, bilim boşuna mıydı ? Einstein ne uğruna ağartmıştı saçlarını. Gerçi bunu da tam bilmiyordu. (Düşündü hızlıca neydi izafiyet, bulacaktı teoriyi. Bulamadı.) Durdu. Derin bir nefes de alamadı, üşendi. Hava onun antiteziydi. Güneş davetkardı. Ahşap penceresinin önüne bir kuş kondu. (Bir kuş konsa badi parmağıma şarkısı geldi aklına. Ezgi’nin Günlüğü daha iyi söylüyordu.) Kuşun ciklemesi deşarj etti onu ama bu sefer yalan değildi pilinin doluşu. Yarım nefes aldı, doğruldu ve kalktı. Pencereye yaklaştı, K. sokağının güzelliğine baktı. Bu sokakta insanların attığı her bir adım arnavut kaldırımların arasından baş gösteren birer yeşillikti gözünde onun. (Güzellik neydi bu geldi şimdi de aklına, estet kökü müydü neydi?) Babasının Türkoloji profesörü oluşunun onda etimolojik çılgınlığa yol açtığı yanlış değildi. Kafası dağıldı yine. Babası başarılı bir profesör, o ise haftalardır iflasını düşünen eski iş adamı.
Gözlerini açtı kapadı. Bir film şeridi çıkmadı hayatından. Belki bugün çıkar o şeride bir fotoğraf diyerek ümit etti. Giydi paltosunu, çıktı âleme. Hafiften esiyordu hava. K. sokaklarında birkaç tur attı ve tepesinde kuşların rehberliğinde Çengel’e sürdü ayaklarını. Dedim ya yorgundu dâim. Tarihi Altıçınar’da denize nâzır bir masa taradı gözleri, bulamadı. Çünkü burası hep kalabalıktı. Aslında bir o kadar da yalnız. Bir anne iki kızına simit yediriyordu. O an eli boyaya yatkın olsa tablosunu yapmak isterdi bu görüntünün. (Gerçi başlasa da bitirebilecek miydi ?) Kalktı anne ve kızları kayboldular gözden. Oturdu denize nâzır masaya söyledi çayını. Ve başladı gözleri açık İstanbul’u dinlemeye. Martılar, güneşle denizin sarılışı, o içe işleyen dinginlik… Kafasını sağa çevirdi, dinginlik yerini devlere bıraktı. Devler ki şehrin üstüne bir karabasan gibi çöken devler…
Efkarlandı, yaktı mereti. Gözleriyle silmeye çalıştı onları, olmadı. Tekrar baktı karşıya mahkemede sanıklarını dinleyen hâkim edasıyla. Duvara arkadan çakılan mıh gibi batıyorlardı gözlerine. Dayanamadı kapadı gözlerini. Ne kalabalığın girdabındaydı ne susanların haykırışında. Hissettiği dümdüz simsiyah bir boşluktu. Bir kanat çırpışı olan ömrün akislerindeydi, zaman ensesinde bindi martıların kanadına. Söküp atmak istedi sarmaşık gibi her yanı sarmaya başlayan devleri… Gücü yetmedi. Zaten kimlerin gücü yetmişti ki buna. Şehir çürümeye mahkumdu, koflaşmıştı şimdiden. Hüzün ümidin elini tuttu yeniden. Hani “Hüznü bir zevk edinenler yaşıyor”du burada. Gerçi yaşıyordu dedik( -du görülen geçmiş zaman) onlar atlarına binip gitmişlerdir değil mi? Oturduğu masaya bir çentik attı. İz bırakmak önemliydi bu dünyada, o da bıraktı izini işte. İsli bakışların gölgesinde uzaklaştı oradan elleri cebinde. Yeni bir ümit arayışına doğru…
2017