Tam bir koca sene geçmiş vefatının üzerinden. Geçen zaman için hep söyleriz ya, “Sanki daha dün gibiydi…” diye. Karşıya geçişimiz, cenaze namazına katılışımız ve ebediye uğurlayışımızın üzerinden demek ki bir yıl geçmiş. Hayat demek ki böyle hızla geçiyor da biz farkında değiliz aslında. Koşar adım öte dünyaya gidiyoruz da bundan bîhaberiz, gafletteyiz. Allah hepimize, gideceğimiz yere göre iyicene hazırlanmamızı nasip etsin.
İlhan Öztin deyince tanıyanların aklına farklı yönleri, ilgi alanları, mizacı, sanatkârlığı gelir. Doğrusu benim öncelikle hatırladığım, onun o muazzam çelebi kişiliği, mütevazılığı, hasbiliği ve kalenderliğidir. Yüzü genelde tebessüm ederdi, iç dünyasının güzelliğini dışarıya da yansıtırdı. Anadolu’dan taşıdığı değerleri koruyan bir “İstanbul Beyefendisi” idi.
Edebiyatçı, hattat, gazeteci, müzisyen, yazar ve daha birçok cephesi vardı şüphesiz. Sureti ve siretiyle örnek bir Müslüman, kâmil bir münevverdi diyebiliriz kısaca…
Aynı fakültede okumuştuk. İkimiz de aynı hocalardan ders almıştık. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne devam etmiştik. Tabii o bizden birkaç sınıf öndeydi, yani ağabeyimizdi. Ama gönül dostluğumuz ve ruhî akranlığımız vardı. Takıldığımız yerler, uğradığımız mekânlar aynıydı. Müşterek dostlarımız, hürmet ettiğimiz ağabeyler ve bağlandığımız ulvî bir dava vardı. Bir arkadaşımız vefatından sonra onun için “şiir gibi adam” ibaresini kullanmıştı. Hakikaten öyleydi. Şiir yazmazdı belki ama şiiri yaşardı, insanlara şairane davranırdı, bizatihi kendisi şiir gibiydi.
Mizaç olarak sanatkârdı, sanatı çok sever ve icra ederdi. Ortaya koyduğu hat eserleri biliniyor ama onun dışında hat sanatını gümüşe ve başka madeni sanatlara da uyguluyordu. Ne yazık ki Üsküdar’daki bürosuna gitmek nasip olmadı. Hâlbuki davet etmişti, vakit ayırıp gitmeliydim. Ama ah şu İstanbul’da yaşayanlar, hep “zaman fakiri” olduklarını söylerler, el hak doğrudur. Allah bizi gönül fakiri yapmasın.
Onunla muarefemiz esasen çok eskilere dayanırdı. Yani 1978’den itibaren diyebilirim. O yıllarda düzenlenen bir Fetih Gecesi’nde seslendirdiği “Fetih Marşı”nı unutmak mümkün mü? 80’lerden sonra ise Edebiyat Fakültesi’nde ve Bâbıâli’de çok sık görüşür olduk.
1953 Manisa doğumluydu. Müşterek bir Manisalı dostumuz vardı. Ondan da bahsederdik. Gençliğinde kısa süre gazetecilik yaptı ama devam etmedi. Bazı siyaset ortamlarında bulundu, gençlik teşkilatlarında yer aldı. Ama o sanatı daha çok seviyordu. Müşterek hocamız Prof. Dr. Ali Alparslan’dan talik ve rika, Ali Hüsrevoğlu’ndan nesih ve sülüs meşk etmişti. Hattat Hamid Aytaç’a da Nurettin Taşkesen’le birlikte bir süre devam etmişti. Ömrünün son demini tamamen hüsn-ü hatta hasretmişti. Birçok eser yazdı. Kendisi de Hülya Demirel gibi bazı genç hattatları yetiştirmişti. Ömrü vefa etseydi daha da talebe yetiştirecekti. Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’nı muntazaman okuyordu ve bu eserlerden, bilhassa Küçük Sözler gibi küçük kitaplardan bazı resimli hikâyeler hazırlamıştı. Bunlar 20-30 sayfalık kitaplar halinde yayınlanmıştı. Bazılarının başlığı “Ahiret Gerçeği”, “Risale-i Nur’dan Gerçek Hikâyeler” şeklindeydi.
İman hakikatlerine dair bazı makaleler kaleme aldı, gençlere yönelik sohbetleri ve izahlı dersleri oldu. 15 Temmuz İhanetinden sonra o da vatanını savunan kahramanlar gibi öne çıkmıştı. O gecede milletimize saldıranlara o da öfke doluydu. Zaten imanlı olup da “İslam’ın bu son yurdu”na kastedenlere tavır almayacak bir insan düşünülemezdi. Bazı ard niyetli kişilerin kasıtlı olarak FETÖ ihanet örgütü ile büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi’yi iltibas ettirmeleri üzerine zehir zemberek bir makale yazmıştı. O, karıncayı bile incitmeyen şefkat kahramanı bir üstadı tanımıştı. Bunlar ise onun da adını kullanarak aziz Devletine savaş açmış, mübarek milletine tanklarla, uçaklarla hücum etmişlerdi.
İman hakikatlerine sosyolojik açıdan yaklaşıyor ve bazı şerhler yapıyordu. Mesela, geniş bir ufka işaret eden şu sözler ona ait:
“İnsan fıtratında, hisler âleminde, kalp âleminde bu üç özelliğe karşı, yani güzellik, mükemmellik ve ihsana karşı bir sevgi potansiyeli vardır. Ve bu kâinatın yaratıcısı bize ilk başta söz ettiğimiz Cenab-ı Hak bütün varlık âleminde kendisini esması ile gösteriyor, tanıttırıyor demiştik. O anlamda esması ile tezahür eden o nakışları gözlemlediğimiz takdirde bu bize açıkça kendi varlığını gösteriyor, varlığının güzelliğini gösteriyor, mükemmelliğini gösteriyor. Nerede görüyoruz? Yaratılmış eserlerde görüyoruz, kâinattaki ahenkte görüyoruz. Yaratılmış o varlıklarda o güzelliği hissediyoruz.”
Maişet derdiyle uğraşmasaydı da hep yazabilseydi kim bilir biz bugün onun kaç eserini okuyor olacaktık. Ama kısmet olmadı.
Farklı meslekleri icra etsek de zaman zaman görüşüyorduk. Bu görüşmelerde bile onu dinlerken ne kadar derin düşüncelere ve duyuşlara sahip olduğunu görüyor ve sohbetinden istifade etmeye çalışıyordum.
Cenab-ı Allah’a iyi bir kul, sevgili habibine ümmet olmak biricik şiarıydı. Belli bir hizmet metoduna sahipti ama çevresi ve dostları çoktu. Rahmetli Ömer Lütfi Mete’den Ahmet Tezcan’a, Gürbüz Azak’tan Abdullah Eraçıkbaş’a, Vehip Sinan’dan Muammer Erkul’a, Coşkun Çokyiğit’ten İsmail Güneş’e, Mehmet Ali Bulut’tan Nurettin Taşkesen’e kadar pek çok ahbabı vardı. Zaman zaman benim düzenlediğim “Bâbıâli Sohbetleri”ne de katılırdı. En son bir ricası olmuştu. “Hocam Kemal Eraslan’ı davet etsen de ben de gelip onu dinlesem… Hocayı çok özledim.” Tabii kıramadım, zaten müşterek hocamızdı Kemal Eraslan. Aradım, Hoca da kırmadı sağ olsun, hemen İlhan abiyi de aradım ve “Kemal Hoca geliyor, bekliyoruz.” dedim. Sevindi, koşarak geldi. Sohbet çok tatlı ve istifadeli geçmişti. Ahmet Yesevi merkezli bir sohbette bulunmuştu Kemal Eraslan Hocamız. Zaten bu tasavvuf büyüğümüzle alakalı kıymetli eserleri var.
Program bitince ayağa kalktık, Yeni Dünya Vakfı’ndan İstanbul Valiliği’nin altındaki Marmaray’a kadar yürüdük. Hatta hatıra fotoğrafları çektirdik. Kemal Hoca ile onlar Üsküdar’a geçtiler. Son görüşmemizdi bu. Daha sonra zaten hastalandı ve kimse ile görüşemedi.
İlhan Öztin büyük sahaf merhum Enderunî İsmail’in damadıydı. Ama bunu pek kimse bilmez. Söylemezdi. Mütevazıydı, mahviyetkârdı. Öne çıkmayı isteyenlerden değil kenarda durmayı sevenlerdendi. Sahafımızı andığımızda da haber vermiştim. Gelmiş, dinlemiş ve ısrarım üzerine kayınpederi hakkında birkaç güzel kelam etmişti.
Yıllar önce bir sohbetimiz esnasında Manisa Belediyesi’nde çalıştığını öğrenmiştim. Kendisi de Manisalı olduğuna göre bu belediyemize bence hayırlı bir görev düşüyor. İlhan Öztin adını bir okula, meydana, caddeye veya kültür merkezine vermeli. En güzeli, ismi bir kültür sanat merkezini süslemeli. Bu bir vefa borcudur. Ama aynı zamanda Manisalı çocuklarımız da, aralarından yetişmiş hemşerileri olan iyi bir sanatkârı tanıma fırsatını elde edecekler. Bizden teklif etmesi… Gerisi Manisa Belediyesi’ne kalmış…
Uzun süre hastaydı ve tedavi altındaydı. 22 Mayıs 2019 tarihinde büyük dâvete uyup ruhunu teslim etti. Ertesi günü Maltepe Camii’nde öğleden sonra kılınan kalabalık bir cenaze namazından sonra İstanbul Maltepe Başıbüyük Kabristanı’na defnedildi. Yıllardır görüşemediğim birçok dostu o cenazede gördüm. Son görevlerini yapmak için koşup gelmişlerdi. Allah rahmet eylesin. Ruhu şad, kabri nur, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. İnşallah Cennet-i Âlâ’da da bütün sevdiklerinin yanında olur.