Onunla genelde yollarda karşılaşırdık, oturup derinlemesine sohbet etmişliğimiz olmadı ne yazık ki… Yazarlar Birliği’nde Mehmed Niyazi Bey’in sohbet halkasında birkaç sefer rastlamıştım. İyi bir insandı bilirdim, bir de mütevazı ve efendi bir adam olduğunu… Müşterek dostumuz Mustafa Doğan’la Fatih’te dolaştığı bir iki sefer tesadüf ettim kendisine. Adı İbrahim Kalkan’dı, sanatkârdı.
Bundan yıllar önce Beste adında bir edebiyat müzik dergisi çıkarmıştı. Küçük hacimli ama muhtevası büyük ve zengindi. Rastladığı dostlara verirdi. Kaç sayı çıkarabildi, hatırlamıyorum. Ama göz açıp kapayana kadar yayımlandı, sonra da sessiz bir şekilde yayın dünyasından çekiliverdi. Beste’miz çalınamadan, söylenemeden sanat dünyasına veda etmişti. Koca holdingler bile dayanamayıp anlı şanlı dergilerini kapatırken, minik imkânlarla neşredilebilen bir sanat dergisinin ömrü elbette kısacık olacaktı.
Bir ara bir televizyon dizisinde aktör olarak oynadığını görünce şaşırıvermiştim. Demek ki oyunculuğu da vardı İbrahim Bey’in. Bilmiyordum. Kendi adıma üzüldüm, hatta utandım. Mehmed Niyazi ağabeyin tabiriyle “Biz garip bir cemaat”tik. Birbirimizi tanımıyoruz, bu toprağın çocukları garip gelmiş, garip gidecek! Onların elinden kimler tutacak? Hâlbuki İbrahim Kalkan, farklı bir mahallede oturuyor olsaydı, şimdi kim bilir nasıl öne çıkarılır, onunla ne renkli röportajlar yapılırdı?
Geçenlerde Osmanlı Arşivleri’nin bulunduğu sokakta karşılaştık. “Ben de seni arıyordum, iyi oldu görüşmemiz” dedi. “Hayrola?” diye sordum. “Çocuklar için bazı kitaplar yazmıştım, bir bakıver.” dedi. Teşekkür ettim, kitapları alıp çantama koydum. Birbirimize “Hayırlı akşamlar” dileyerek aksi istikametlere doğru yürüdük, yollarımıza devam ettik.
Kitap tanıtım meselesi de ayrı bir dert aziz okuyucular. Tanıdığınız veya tanımadığınız bir yazar size yeni çıkan bir kitabını imzalayıp veriyor. Başka şehirdeyse masrafa girip postalıyor. Açıkça söylemese de sizden bir değerlendirme bekliyor, en azından bir tanıtım yazısı. Çok haklı. Elbette yeni kitaplar hakkında yazılar yazılmalı. Yoksa okuyucular nasıl haberdar olacak? Ama gelin görün ki, benim masamın üstü hep böyle yeni kitaplarla doludur. Hatta masanın yanına iki sandalye koydum, ikisi de tepeleme kitap dolu. Bunlar tanıtılmayı bekleyen kitaplar… Her akşam onları gördükçe vicdanım sızlar… “Bu kitaplardan herkesin haberi olmalı, bunlar hakkında yazmalıyım.” derim kendi kendime. İyi de vakit yok ki? Benim gibi ‘zaman fukarası’ bir adam onlarca kitabı nasıl okusun, nasıl tanıtsın?
Geçen akşam bütün yeni kitapları önüme yığdım ve konularına göre dizdim. Romanlar, şiirler, hikâyeler, deneme kitapları ve çocuk kitapları… Çocuk kitaplarını ayırınca İbrahim Kalkan Beyin Keloğlan Serisi’ni gördüm. Aradan iki üç ay geçmişti üstelik. “Her şeyi bırakıp bu kitapları yazmalıyım” diye düşündüm. Prensip olarak okumadığım, en azından karıştırmadığım bir kitap hakkında yazmayı sevmiyorum. Güzel baskılı, 16’şar sayfalık, tamamen renkli kitaplar… Güzel resimlerin çizeri değerli sanatkâr Yalçın Turgut… Yalçın Bey, kıdemli bir sanatkâr… Çizgiye soylu bir anlayış getiren gerçek sanatçılardan… İsimleri çok güzel kitapların: Keloğlan ile Karakaçan, Keloğlan ile Ayıcık, Keloğlan’ın Rüyası, Keloğlan’ın Kedisi, Keloğlan ile Koca Adam, Keloğlan Ramazan Davulcusu, Keloğlan’ın Vedası, Keloğlan Cücelerle, Keloğlan Kardan Adam, Keloğlan’ın Kuzuları… Masallarda mükemmel bir anlatım, renkli bir üslûp var. Dile titizlik göze çarpıyor hemen…
İbrahim Bey, çocukları ciddiye alan, onlara değer veren bir tatlı anlatıcı, bir masalcı dede… Belli ki sadece kalemini değil, ruhunu da katmış masallara… Hele metinler arasındaki şiirler… “İbrahim Bey’in şairliği de olmalı.” diye düşündüm saf saf… Bu güzel kıtaları ancak usta bir şair yazabilir… Benim gibi bir adama 40 yıl sonra masal okutabilmek kolay değil. İbrahim Bey bunu başardı. Başka çocuk edebiyatçılarını tanımıştım. Ama İbrahim Kalkan’ın bu yönünü bilmiyordum, yani çocuk edebiyatçı kimliğini. Meğer bilmediğim ne çok şey varmış… Mademki, günahımı itiraf ettim, öyleyse edebî tahkikatımı sürdürebilirim.
Sonra merakım kabardı, kalkıp İbrahim Kalkan hakkında araştırmalarımı derinleştirdim. Ve çocuk edebiyatçısı, kültür sanat adamı, aktör İbrahim Kalkan’ın yanı sıra bir de “Şair İbrahim Kalkan”ı keşfettim. Ama ne şiirler… Doğrusu şiir konusunda kemiyetin yanında keyfiyetin zayıf olduğunu düşünüyorum. Çok şiir yazılıyordu ama iyi şiirler sayılıydı… Önce biyografisine bakmak lâzım. Hep öyle olmaz mı zaten? Edebiyatçıların özgeçmişini merak ederiz ilkin. Bu konuda sıkıştığımda aziz dostum Mahmut Çetin’in biyografi.net’ine göz atarım. Tavsiye ederim, zengin bir sitedir, doğru bilgiler vardır. Binlerce biyografi sizi bekler durur orada.
İbrahim Kalkan 1949 yılında Çorum Osmaniye Köyü’nde doğdu. Düzenli bir eğitim alamadı, ortaokuldan eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. 1966’da İstanbul’a geldi. Sanatın hemen her dalına olan merakı onu önce tiyatro sahnesine çıkardı. Arada şiir yazmaya çalıştı. Şiirleri bazı dergi ve gazetelerin eklerinde yayınlandı. Bu arada kitapla olan arkadaşlığını aksatmadan devam ettirdi.
Set Oyuncuları adıyla kurduğu tiyatro topluluğu ile “Suçlu Kimm”, (askerde yazıp sahnelediği) “Kızıl Azap”, “Mahallede Şenlik Var” adıyla kendi yazdığı oyunlarını sahneledi ve tiyatro ile yetmiş civarında il ve her ilin üç beş ilçesinde temsiller verdi. Bu arada Kızıl Azap, Suçlu Kim? İsimli piyeslerini yayımladı. 12 Eylül Askerî Darbesi’nden sonra tiyatroya ara verdi. Bir süre sonra Beste dergisini çıkarmaya başladı fakat devam ettiremedi.
Bu arada Gönül Şarkıları, Suya Düşen Gölgeler, Ay Işığı Kan Kırmızı isimli şiir kitapları birer yıl aralıklarla çıktı. Ayrıca tamamıyla telif ve şekil itibariyle farklı olan Keloğlan Masalları serisini yayınladı. Okullara yönelik, Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından olan Malazgirt, Söğüt, Fetih, Çanakkale ve Ankara konulu piyesler yazdı. İbrahim Kalkan özellikle çocuklarımızın önüne koyacağımız kitapların büyük sorumluluk gerektirdiğinin şuurunda olan bir edebiyatçı olarak çalışmalarına çok özenir. Mesuliyet duygusu yüksektir.
Sinemada da “Minyeli Abdullah”, “Hasret”, “Halvet”, “Süleyman Nazif Belgeseli”, “Baba Evi”, “Bayram” gibi filmlerde önemli roller üstlendi. “Şark Kahvesi”, “Bizim Ev”, “Şengül Konağı” dizilerinde rol aldı. “Güller” filminin başrolünü başarıyla oynadı. Ayrıca şiirlerinden birçoğu Türk Sanat Mûsikîsi formunda ve çeşitle makamlarda bestelendi. Son dönemde Muhabbet Faslı adlı şiir kitabını da hazırlayan İbrahim Kalkan, Türk sanatında klasik üslubun hâkim kılınması gayreti içindedir. Tiyatro, edebiyat ve musikiyi olmazsa olmaz sayan bunların doğru icra edilmesi hâlinde ülkenin huzur ve refaha kavuşabileceğine inanan bir anlayışla çalışmalarını devam ettiriyor.
Dergilerde pek görünmeyen İbrahim Kalkan’ın şairliğini yeni öğrendiğimi söylemiştim. Öyleyse sanatkârımızın şiir dünyasında gezinme zamanıdır. Öncelikle “Deniz ve Rüzgâr” şiirine bakalım:
Mehtabın sulardaki aksi yüzerken toyda,
Şarkılar söylüyordu; dinledim, akşam koyda.
Her gönül sevdasını kendince meşk ederken,
Birkaç martı uçuştu, her biri başka boyda.
Önce hafiften esen meltemle saz sesleri,
Sahil boyunu sardı, keserek nefesleri,
Gecenin ıslığını sürükleyen rüzgârın,
Kollarında kabardı, denizin hevesleri.
Bizi farklı iklimlere dâvet eden şair, canlı tasvirlerle târif ettiği tabiatın mükemmel ahengini okuruna da duyuruyor:
Rüzgârın temasını hissederek derinden,
Dev dalgalar savurdu, kükreyerek yerinden.
Kar beyaz köpükleri saçılırken kıyıya,
İşaretler yayıldı, bir deniz fenerinden.
Bir vaveyla koptu ki gecenin ortasında,
Sandallar sürüklendi, anafor kumpasında.
Açıkta demir atmış gemiler, sarsılarak,
Çekildi limanlara, fırtına sırasında…
Dile hâkim olan usta şair, hecenin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanıyor ve önümüze bir tablo gibi açtığı gökyüzünü kıvrak fırçasıyla âdeta resmediyor:
Gökyüzünü kapladı, kurşundan bir tabaka,
Alevden oklarını savurdu, yaka yaka.
Boşaldı birden bire her yana sağnak yağmur,
Sahil mahşer yerine döndü, beş on dakika.
Simsiyah perdeleri çekilirken aradan,
Suya düştü gölgeler o loşlukta sonradan,
Uzaklaştı fırtına, sükûta erdi gece,
Toprak kokusu esti, buhur buhur karadan.
Ve şiirin sonunda artık durmuş oturmuş, dinlenmiş bir ruhta esen meltemi hissederiz. “Denizin ezeli bestesi”ne kulak veririz gayr-ı ihtiyari:
Gökte gülümseyen ay, karşılarken şafağı,
Rüzgâr çoktan aşmıştı, yükselip karşı dağı.
Yıldızlar selâmladı, bir bir yakamozları,
Buseler kondururken, aşkı tattı dudağı.
Bu rüzgârla denizin, ezeli bestesidir.
Derunî muhabbetin aşka güldestesidir.
Bu hayat iksirinin bir ilâhi terkibi,
Velhasıl fırtınanın belki bir zerresidir.
“Sabahsız Geceler”de üstat Necip Fazıl’ın Çile’sinden tatlar buldum ben. Bilmem siz okuyunca bu konuda neler hissedecek, neler düşüneceksiniz:
Kimse bilmez ağlayıp gözyaşı döktüğümü
Sabahsız gecelerin korkulu kucağında
O kanımı donduran yüzlerce kördüğümü
Dağlayıp tükettiğim ömrümü ocağında
Dört duvar arasında beni çığlık çığlığa
Cehennem azabıdır saatlerce inleten
Bu içine düştüğüm akıl almaz sığlığa
Ne çeker beni bilmem, hangi dertlerdir iten
Hafakanlar basıyor, taş kesiyor bedenim
Sanki devler geziyor beynimin damarında
Çaresizlik içinde yırtılıyorken tenim
Ruhum çetin savaşın, en büyük kumarında
Yüreğime zinciri takılmış esaretin
Leylâ'sını kaybetmiş, çölde mecnun gibiyim
Tek zerresi kalmamış, ruhumda cesaretin
Viran olmuş, boşalmış bir gönül sahibiyim
Kalkabilsem yataktan açabilsem perdeyi
Baksam âlem-i ervah menzilin neresinde
Atabilsem içimden uğursuz sergerdeyi
Yıksam taş duvarları kırsam bir keresinde
Girip kaynar sulara bedenimi arıtsam
Eritsem ateşlerde bu bendeki benliği
Ruhuma acı veren ne varsa söküp atsam
Belki içime düşer bir sabah serinliği
Sanatkârımızın “Sana geldim” adlı şiirinde günahlarından arınıp yunmaya gelen bir dervişin çözülüşü ve af kapısına sığınışı anlatılır. Mistik temalarla yüklü bu şiirde ise Yunus Emre havasını buluruz:
Soyunup her türlü gâm-ı fenâdan,
Aşkın libasına büründüm geldim.
Tevekkül dileyip yâr-ı senadan,
Dost ile düşmana göründüm geldim.
Tutuldum doluya, yağmura, kara,
Bir zaman kavruldum hicran içinde,
İtilip kakıldım hep bir kenara,
Sabır taşlarıyla öründüm geldim.
Kırık kanatları nice kuşların,
Sancısı fikrime düştükçe yandım.
Hasretle savrulup yok oluşların,
Derdiyle ar edip süründüm geldim.
Azap harmanında yele verildim,
Gezindim sıralı dağları, düzü…
Elenip belendim, güle serildim,
Üst üste katlanıp düründüm geldim.
Gözyaşına düştüm, sele katıldım,
Feryadımı boğdum ellere karşı.
Sevda yollarında çöle atıldım,
Siyah gecelerden küründüm geldim.
İbrahim Kalkan da bir çok şair gibi İstanbul âşığı… İstanbul’un ve elbette Boğaz’ın sevdalısı… “Boğaziçi” şiirinde bu tutkusunu hissetmemek mümkün mü?
Martılar uçuşuyor Boğaziçi’nde yine,
Yine gönlüme huzur, yine sükûn doluyor.
Lacivert akışlarda o zümrütten halkalar,
Akışlardan içime bir serenad doğuyor.
İçimde eski bir aşk, gözüm karşı yalıda,
Pancurlarına bakıp bir şarkı okuyorum.
Her seher gelip burda; sessiz, köhne kıyıda,
Sazımın tellerinde besteler dokuyorum.
Şairlerde “daüssıla” yani nostalji duygusu hâkim olur genelde. Şiirlerinde çoğu zaman gurbetten uzaklaşıp sıla-i rahim ederler. Mısralar arasında doğup büyüdükleri yerleri hasretle, sevgiyle anarlar. Kalkan’ın “Doğduğum Yerde” şiiri de böyle bir ruh hâliyle yazılmış intibaı veriyor:
Benim doğduğum yerde binlerce çiçek açar,
Dereleri al, yeşil ekin başak tutardı.
Rahmet yağardı gökten, kalmazdı kimse nâçar,
Dilden zikir eksilmez, eller sevgi sunardı.
Kışları diz boyu kar, her yer şiir gibi ak,
Dağlardan serin sular süzülürdü ovaya.
Geceye düşen mehtap, safi naz, ılık, berrak,
Gün doğarken kalkılır, durulurdu duâya.
Toprağı bereketli, baharı seçilirdi,
Sanki cennet bahçesi, kuşlar gelirdi dile.
Hep güzellik ekilir, ekilen biçilirdi,
Benim doğduğum yerde, güzeldi ölüm bile.
Şairimiz aynı zamanda tiyatro ve sinema sanatkârı. Yani aktör. Eh “Aktör” şiirinde de kendisini anlatıyor haklı olarak:
Yıllardır aynı rolü oynamaktan usandım.
Usandım, yeni baştan senaryolar yazmaktan…
Yazdığım saf katıksız sahnelerde utandım.
Utandım, arada bir hüznümü paylaşmaktan…
Paylaşmak istemezdim dostlarımla acıyı,
Acıyı yansıtmamak en büyük emelimdi.
Emelimdi, taşımak, yüklenerek sancıyı,
Sancıyı söküp atmak biricik dileğimdi.
Dileğim alnı açık başı dimdik yaşamak…
Yaşatmaktı sevdayı, ömrümce her sinede.
Sinede muhabbetin kazanını kaynatmak.
Kaynatıp dağıtmaktı sevgileri yine de.
Şairler âşıktır her zaman. Bu saf hissi tatmak için âdeta bahane ararlar. Aşkın türlü hâllerini yaşarlar sürekli. Duyguları zarif, yürekleri nahif, hayalleri sevgi yüklüdür. Mustafa Doğan’a ithaf ettiği “Nerdesin” şiirinde aşk şehrinin muhabbet yolcusuyla karşılaşıyoruz:
Kaldırım taşlarına nerede düşer gölgen,
Hangi semtte çiçekler, selam duruyor sana.
Söyler misin güzelim, senin mutluluk ülken,
Bir kapı aralar mı, kucak açar mı bana.
Senin geçtiğin cadde, bu şehrin neresinde,
Aydınlık bakışların hangi ufka saçılır.
Koşarak ardın sıra gelip bir keresinde,
Aralamak istesem, kalbin nasıl açılır.
İlhamını senden mi alır cümle çiçekler,
Ömrü bin yıl uzarmış dokunduğun her gülün.
Neden böyle çevrende pervane kelebekler,
Bahtı güler mi bir gün, bencileyin bülbülün.
Ay ışığı nerede düşer yüzüne senin,
Hangi çeşmeden akar, içtiğin serin sular.
Ardınca koşup durdum, yıllarca bir bûsenin,
Nasıl diner bu sancı, çile hangi gün dolar.
Erişilmez oluşun bilinmez sırrı nedir,
Ruhlarımız ne zaman, nerede buluşuyor.
İnsaf et dön yüzünü, aşkın yakar nicedir,
Bunca yıl geçti, hâlâ yüreğim tutuşuyor.
Seni hangi şarkılar, şiirler davet eder,
Meltem rüzgârlarına, yüklesem mi sevdamı.
Nerede başlar vuslat, hasret ne zaman biter,
Söyle nasıl son bulur, ömrümün bu eyyamı.
Geceler herkes için farklı duygular uyandırır. Değişik çağrışımları vardır her insana karanlıkların. Kimi için korkunun simgesidir, kimisi için tefekkürün sembolü… Bakalım İbrahim Kalkan için “Geceler” neyi ifade ediyor:
İçimde biriken hüznü döktüğüm,
Geceler, ızdırap faslı kaderin.
Bir çile yumağı, sonu kördüğüm,
Ruhuma etkisi, yaslı ve derin.
Geceler, sonsuza açılan kapı,
Duvarsız, çatısız, sınırsız yapı.
Sancılı düşlerim, ufkum buğulu.
Fark edilmez olur, cisim ve biçim.
Yediğim, içtiğim her şey ağulu,
Hissetmez hicranı, hüsranı içim.
Geceler, zamanın durduğu yerde.
Hayra da şerre de simsiyah perde.
Boşlukta bir yağmur damlası gibi,
Düştüğüm zeminde kayboluyorum.
Karışmış üstüyle, hem arzın dibi,
Kendimi çekilmiş yay buluyorum.
Geceler bırakmaz kendine aklı,
Sırrı ayan beyan, açıkta saklı.
Feryadım duvara çarpıp dönüyor,
Ruhum karanlıkta gömülü kalmış.
Kurtuluş ümidim, arzum sönüyor,
Sevincin yerinde keder kök salmış.
Geceler, uğuldar boşlukta sesi,
Bir muamma yansır, keser nefesi.
Yorgun bedenimle karışık fikrim,
Ölüm uykusuna dalıp geçiyor.
Tam şafak vaktinde, biricik zikrim,
Dağıtıp zulmeti, nuru seçiyor.
Geceler, yarısı ömür yolunun,
Üstüne eklenen boşu, dolunun.
Kalbimde bir mühür, dilimde dua,
İçimde savrulur karalar, aklar..
Arada ümide sevk eden şua,
Görünür ki ancak beni, o paklar.
Geceler, bir başka sırrı âlemin,
Yazmaya mecali olmaz kalemin.
Ne güzel nezih aşklar var yaşanan… Sevda üstüne ne yanık türküler yakılmış yüzyıllar boyu… Sevginin gazelleri sarmış dört bir yanı… Divanlarda muhabbet mısraları dillendirilmiş âşıklar tarafından. Gerçek aşkın geleneğini şükürler olsun ki bugün de yaşatan sahici şairlerimiz var. Onlardan biri de İbrahim Kalkan’dır ve “Gönül Şarkıları”nda bu beşerî duyguyu nefis bir şekilde şöyle anlatıyor:
Uzat ellerini, bir gül yüzüme,
Kaldır aradaki siyah perdeyi,
Huzur verir bir gülüşün özüme,
Bitmeden ömrümün bu son çeyreği,
Uzat ellerini, bir gül yüzüme.
Ellerimden tut ki tenim ısınsın,
Erit içimdeki buz dağlarını,
İzin ver yüreğim sana sığınsın,
Kader böyle örsün gel ağlarını,
Ellerimden tut ki tenim ısınsın.
Akşam sularında mehtap süzülsün,
Gönül şarkıları düşsün dilime,
Bir seni söylesin diller çözülsün,
Her şiir, her türkü ve her kelime,
Akşam sularında mehtap süzülsün.
Menekşe gözlerin bir nazar etsin,
Sarsın bedenimi ateş–i aşkın,
Sen bende sevgili bir hararetsin,
Olsam da ben nâlân, bîçare, şaşkın,
Menekşe gözlerin bir nazar etsin.
Al beni bendesi olduğum cânâ,
Götür de ömrümce sende kalayım,
Uğratma ne olur canı hüsrana,
Aşkın şefkatiyle huzur bulayım,
Al beni bendesi olduğum cânâ.
Son bestesi sen ol güftelerimin,
İlhamını senden alsın şiirler,
Çağrısı duyulsun ukdelerimin,
Sana hasret, sana muhtaç sevgiler,
Son bestesi sen ol güftelerimin.
Şiirde şekil elbette önemlidir ama yetmez. Ahenk de gerekli. Dil de duygu da olmalı en titiz biçimde. Bence şiirde hepsinden önce yürek olmalı… Şairin kalp atışını hissetmeliyiz şiirini okurken. Birçok şiir bize bu duyguyu vermiyor. Ama İbrahim Kalkan, hece veznini yeniden dirilten ve sevdiren şiirlere imza atıyor. Örnek mi, işte içimizi ısıtıveren şiir “Gökteki Ay Üşüyor”:
Ümidin bittiği yerde güneş erken soluyor
Açmıyor o saatten sonra akşam sefası
Git gide büyüyerek çığlıklar yükseliyor
Tükenmez sancıların hiç dinmiyor vefası
Guruba bakıyorum çaresiz dönüp ancak
Kırgın ve hüzünlü bir gidişte iken zaman
İncecik çizgiler ki ha koptu ha kopacak
Ömrünü devrediyor ve hiç bilmiyor aman
Omuzlarım düşüyor iki yanıma birden
Her eşya hançer olup yüreğimi deliyor
Gökteki ay üşüyor, kalpler sanki demirden
Su donuyor beynimde, akıl, aklı çeliyor
Binlerce sual kalkmış ararken cevabını
Kan çanağı gözlerin körelmiş bakışında
Kimi derin uykuda, içmiş aşk şarabını
Yalnız benim, gecenin boşluğa akışında
Tuzak kurup almışlar kalp denilen parçamı
Çekip giderken parmak izlerini silerek
Bilinmez sırlar kaplı, derindeki sırçamı
Paramparça etmişler bilmeyerek, bilerek
Akrebi yelkovanı, kırık saatin çarkı
Izdırap bende kurmuş hayâsızca tahtını
Sabah olsa ne çıkar, geceden nedir farkı
Kim kurtaracak ölmüş bir âşığın bahtını
Ayrılık zor, hicran acıdır. Hangimiz sevdiklerimizden ayrı düştüğümüzde üzülmemişiz? Hangimiz hicrandan kahrolmamış, firaktan hüzün duymamışız? Şairler bu duyguyu en yoğun biçimde hissedip mısralarına aksettirmiyor mu asırlardır? “Ayrılık Vakti” öyle bir şiir işte:
Gün ayaza çalıyor ve hava kararmakta
Gitmek vaktidir artık yüreğim buz kesmeden
Bir çöktü mü karanlık gecikir ağarmakta
Yollara düşmeliyim, sert rüzgârlar esmeden
Azığım hatırandır, acıtsa da içimi
Böyle yazılmış yazım, talihimin seçimi
Gecenin sonu gelmez, hiç merhameti yoktur
Güneş batmadan önce kırk dağı aşmalıyım
Belki bir kuş, bir çiçek ki bunlar orda çoktur
Bana yoldaşlık eder menzile koşmalıyım
Adını sayıklarım zor durumda kaldıkça
Yarama tuz basarak inleyip ağladıkça
Sancılı bir haldeyim kırgın, üzgün, perişan
Çok geç kalmamalıyım belki nefesim yetmez
Acıya türkü ekler ve zamanla yarışan
Şiir söylerim bazen çoğu uzundur bitmez
Bir papatya görürsem çimenler arasında
Öper koklar severim yolculuk sırasında
Derler ya “kötü haber tez duyulur” öyledir
Bakarsın kurda, kuşa yem olurum kalırım
Ümitsiz aşka düşen yanar takdir böyledir
Ucunda olsa bile, ölüm göze alırım
Bir kere çekip gitmek, iyidir inlemekten
Ne çıkar gece gündüz mazeret dinlemekte
Sanatını tanımak için örnek olarak seçtiğim bütün bu şiirler, mükemmeliyetçi ve iyi bir şairle karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yetiyor sanırım. Kolay değil bir sanatçıyı tanımak. Onun dünyasına hakkıyla girmek, his âlemine tanık olmak kolay değil. “Muhabbet Bağı” şiiri de şairimizin ruh iklimine bizi yakınlaştıracak iyi örneklerden:
Bembeyaz güvercinler, ipek tüller uçuşsun
Davet etsin çiçekler, sevdaların hasını
Sarsın bütün afakı, meşaleler tutuşsun
Silsin aşkın iksiri, gönüllerin pasını
Gelincik tarlasında koşup oynasın Leyla
Karlı dağlardan gelen, serin sular içerek
Geceyi aydınlatsın ay ışığı, Süheyla
İzbe karanlıkları, dehlizleri geçerek
Binip yağız atlara koç yiğitler yürüsün
Yaylaların düzünde çeksin sevinç halayı
Her yiğidin gönlünü aşk ateşi bürüsün
Muhabbet bağlarından geçsin düğün alayı
Şebnemlerle yoğrulsun gönüllerin gıdası
Perdeler mutluluğa açılsın gündüz gece
Sevgiyle dolup taşsın her yüreğin, nidası
Ersin visale âşık, çözülsün her bilmece
Bir şenlik kurulsun ki, şevk ile baştan başa
Kuşatsın sevenleri, rüzgâr essin sürûrla
Gönül sevda içerken, göz eylesin temaşa
Her yeni gün doğuşu, aşk yükselsin gururla
Şair “Kim Bilir…” şiirinde bir gün güneş doğarken sevdiğiyle el ele tutuşarak serin sahillerinde gezebilmenin hayalini kurar. Bu muhabbetle çağının saadet bahçesine girebilmeyi ümit eder. Şiirin devamı, bize şairin gönül dünyasındaki dalgalanmaları da işaret eder:
Aşkımızın rengine bürünür mü ki güller
Deniz sevda kokar mı acep görünce bizi
Söyler mi şarkımızı gül dalında bülbüller
Sarar mı gece mehtap, yan yana ikimizi
Bize şiir söyler mi, yakamozlar derinden
Seni Leyla sanarak, beni Mecnun bilir mi
Düşerek alnımıza sonsuzluk seherinden
İrem bağından taşıp, rayihalar gelir mi
Dönedurdukça zaman besleyip sevgimizi
Serper miyiz engine ki aşkın demi tutsun
Yeşertip buket buket derinden şevkimizi
Serer miyiz bir yere, hep koynunda uyutsun
Bir kuytuda gezerken, tutuşup dillerimiz
Söyleşirken sessizce, yanacak mıyız içten
Gönül meyhanesinde ahenkle tellerimiz
Karar verip şarkıya, dökülür mü sevinçten
Her insan ayrı bir dünyadır, her şair farklı bir kâinat… Bu dünyada gözlerimizi her sabah açtığımızda yeni âlemlerle karşılaşırız. Her gün yeni olaylara gebe, her an farklı oluşumlara hazır sanki… Yaptığım edebiyat araştırmalarında popüler isimlerden genelde uzak durmaya çalışıyorum. Dün ve bugün kenarda durmuş, ihmal edilmiş değerlerimize ilgi duydum, onları tanımak, anlamak ve sevmek istedim. İbrahim Kalkan, her zaman gördüğüm, rastladığım ama yeni tanıyabildiğim bir sanatkâr… Eserlerini bütün okuyucularıma tavsiye ediyorum. İyi bir şairi tanımak isteyenler İbrahim Kalkan’ın kitaplarını arayıp bulsun, okusun bence. Türkçenin ahengini hissedecek, düşünce ve duygu dünyamızın özümsenerek damıtılmış şiirlerini bulacaklardır o sayfalarda. Ben bu güzellikleri gördüm ve has okuyucuya da haber vermek istedim. Yazımı, kendisine sağlıklı, huzurlu ve bereketli ömürler dilediğim İbrahim Kalkan Beyefendi’nin “Dilekçe”siyle taçlandırmak isterim.
Tutmazsan ellerimi kaybolurum bir tanem
Sensizlik yıkar beni, hasret ateşin yakar
Ümitvar olmak için kalmaz hiç bir bahanem
Ömür biter ah ile, bir kuytuda can çıkar
Sen bakmazsan yüzüme solar, çatlar, dökülür
Virane olur gönlüm, yıkılır, çöker tahtım
Her dem içim kan ağlar, ciğerlerim sökülür
Geceden kara olur, sen olmazsan şu bahtım
Çıkmazlara dalarım, hiç sabaha eremem
Boynu bükük biçare, çırılçıplak kalırım
Rahat bir tek gün yüzü, huzur, neşe göremem
Sensiz dünya zor gelir, sıkılır daralırım
Solar gönül çiçeğim, kanım çekilir tenden
Yorgun, üzgün, yaralı, düşerim sokaklara
Zamanla kahrolurum, hayır kalmaz ki benden
Sürükler deli rüzgâr, bilinmez uzaklara
Ruhumu sızlatırken, kollarımda kelepçem
Çığlıklar duyacaksın, belki bir gece vakti
Hatıra kalsın sende, zarfsız, pulsuz dilekçem
Hatırlarsın baktıkça, bozduğun gönlü, akdi
Not: Çok iyi bir aktör olduğunu belirttiğim İbrahim Kalkan’ın başoyuncusu olduğu “Güller” filmini bugünlerde ikinci kez seyrettim. Mehmet Gün’ün yapımcı ve yönetmeni olduğu film, bizim ruh ve inanç dünyamızı ne kadar güzel anlatıyor. Bütün gönül dostlarıma bu filmi bulup seyretmelerini tavsiye ederim. Önceki başlığı “Keşfettiğim Yeni Bir Ada: İbrahim Kalkan” başlıklı bu yazım, aslında eski bir metin ama yeniden yayımlatmak istedim. Rahatsız olduğunu yeni duyduğum muhterem İbrahim Kalkan Beyefendiye Cenabı Allah’tan acil şifalar diliyorum. İnşallah en yakın zamanda ayağa kalkar, kaleme alacağı yeni şiirler ve oynayacağı yeni filmlerle, sanat dünyamızı zenginleştirmeye ve derinleştirmeye devam eder.