Warning: Use of undefined constant full - assumed 'full' (this will throw an Error in a future version of PHP) in /home/yenirady/yakuptutum.com.tr/arsiv/wp-content/themes/iyi tema/header.php on line 147
  RÖPORTAJLAR
  • İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
    İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
  • Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
    Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
  • İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
    İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
  • Nâzım Tektaş ile Mülakat
    Nâzım Tektaş ile Mülakat
  • Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
    Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
  • Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
    Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
  • Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
    Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
  • İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
    İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
  • İhsan Kurt ile Mülakat  
    İhsan Kurt ile Mülakat  
  • Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)
    Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)

HAVANDA SU DÖVENLER… ŞİMDİKİLER GİBİ!
Eklenme Tarihi: 26 Haziran 2018, Salı 22:05 - Son Güncelleme: 26 Haziran 2018 Salı, 22:07
Font1 Font2 Font3 Font4



HAVANDA SU DÖVENLER… ŞİMDİKİLER GİBİ!
“Olan biteni  duydunuz,”  diye o uzun ve sıkıcı konuşmasının sonuna geldiğini ima eden General Baron Rozen, yanındakilere fırsat tanımamak için de ekledi:

 “Gına geldi  bu boğuşmadan. Ya biz, ya onlar; bir üçüncü şık kalmadı. Her iki şıkkın ne getirip ne götüreceğini hesaplayıp, adımlarınızı öylece atmalısınız bundan böyle. Kafkasya çapında elli bini bulmayan milis kuvvetinin önündeki bu duraklama, kepazelikten de öte bir şey. Otuz yıldan beri bir adım ileri, beş adım geri gidiyoruz. Çıldırasım geliyor.”

Tümgeneral Velyaminof çok zaman asık yüzüne zoraki bir tebessüm çizerek:

“Buraya atanmamızın sebebi de bu değil mi komutanım?” dedi. “ Sizin gibi bir kurmayı karşılarında görmediklerinden her geçen gün daha da şımardı bu dağlılar. Ordumuzun ana gövdesinin Terek’in gerisine, hatta Sohumkale’ye çekildiğini iyi ki Petersburg’a rapor etmedik. Yoksa…”

Sohumkale’nin Çar ordusunca ele geçirilmeden önceki emiri ve Çarlık Rusyası ile birlikte çalışmaktan başka yol göremeyen Alişan Han kaşlarını celalle yıktı:

“Bu ‘yoksa’ lafı bizimle mi ilgilidir kumandan?” diye atıldı.

Velyaminof, General Rozen’in mânası pek de anlaşılmayan göz işaretiyle, tarziye verir gibi:

“ Ne haddime.” dedi. “Yoksa Çar Hazretleri kalpten giderdi de, bir de çarlık seçimi için saray entrikalarıyla uğraşmak zorunda kalırdık.”

Sohumkale Valisinin makam odası binanın ikinci katındaydı ve pencereleri hem kuzeye, hem batıya bakıyordu. Binanın köşesine düşüyordu oda.

Şehir, Terek’e yaslanıp kendisiyle aynı adı taşıyan bir yaylanın kıyısında kurulmuştu. Hürriyet rüzgârları esen ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen yolları birbirine bağlıyordu. Hem orayı elinde tutan ordu için, hem de kendi değerlerine göre yaşamak için harekete geçen Abaz, Çeçen, Adige ve Dağıstan kuvvetlerince mühim görülmesinin sebebi, yukarıdan bakılınca daha  iyi anlaşılıyordu.

Çevresinin Çar ordusunca “temiz” diye sıfatlandırılması, bölgenin ikinci Ahulgoh’u olmaya adaylığındandı. Hem General, hem Tümgeneral, hem emir subayları, hem Alişan Han bilhassa Ahulgoh’ta üslenmiş İmam Muhammed’in savaş makinası mücahitlerini ta buraya sevkedip, kuvvetini sağa sola dağıtacak kadar izan fukarası olmadığını biliyorlardı ama bir “yalnız kurt”un bir avuç cengaverle Sohumkale’ye sızıp…

“Aman, Tanrı korusun…” dedi Binbaşı Sergeviç.

Bu sesli düşünmenin, Çar’ın ölüm ihtimali için yapıldığını zanneden Velyaminov, bir taburu teslim ettiği Binbaşı Sergeviç’e, sicilinde yazılanları hatırlayınca memnunca gülümseyerek baktı.

“ Yolculuğun nasıl geçti?” dedi. “ Bir Dağlı kolunu püskürtmüşsün…”

Binbaşı Sergeyiveç gerçeği söyleyip söylememede tereddütlü durdu. Aslında püskürtme filan yoktu. Dağlılar bilinmez bir sebepten geri çekilmiş, sağına düşen  çam ormanında kaybolmuşlardı.

Şehrin emniyet ve kolluk işleriyle vazifeli Yüzbaşı Pavloviç’in, huzursuzluk çöllerindeymiş gibi iç sıkıntısı iklim ve mevsimden değildi. Emredilen hedeften fersah fersah uzak oluşlarındandı.

Yüzbaşı Pavloviç, asabi bir şekilde avurtlarını kemirerek ruh hâlini ele verirken, Sohumkale Garnizon Komutanı Albay Krikov, tam tersine pek sakindi; anlatılanları kâle almaz bir tavırla dinliyordu. Ayak ayak üstüne atmış, esneyip duruyor; bıkkın alın çizgileri altındaki ölgün gözlerini içerdekilerin tümünün üzerinde  dolaştırarak durumu kavramak istiyordu.

General Rozen tarafından bal gibi makam rüşveti olarak tayin edilen Vali Beslan Bek’in hastalığını bahâne ederek toplantıya katılmamasının aslında mesuliyetten kaçış olduğunu, hepsi gibi General Rozen de biliyordu ama “adamın” mazeretine itiraz edecek hâli yoktu şimdilik.

“Şimdilik, bu bilmediğimiz topraklardaki harekat için muhtacız onlara…” dedi içinden. “ Biraz daha dayanacağız adamlara.”

Oda kapısına yakın peykeye kurulmuş Alişan Han’la Savsur Bek’in yerli kıyafetleri, hem General’i, hem de Yüzbaşı Pavloviç’i iğrendirse bile, buna dayanmaları gerektiğini iyi biliyorlardı.

Buraya düşmanı yok etmeye gelmişlerdi; onu bunu dışlayarak kendilerine direnen kuvvetlere Emir Savsur’u katmaya değil. Kendisi tersini düşünse de üstlerinden gelen ve onlara ihtiyaçlarını vurgulayan talimatları yok sayamazdı.

“Anladığınızı umarım,” diyen ses ona aitti ve tiz titreşimlerle bezenmişti.  Odadaki, çaresizliğin itirafı olan sessizliği yine kendisinin bozması, içerdekilerin yine de bocaladıklarını anlatıyordu.

Odadakilerin yüz hatlarına tek tek baktıktan sonra ekledi:

“Zaten anlamak zorundasınız da. Çünkü şu an bulunduğunuz tüm mevkileri bize borçlusunuz; ayrıcalıklı hayat tarzınızı da… Herhal yaşama şeklinizin tam tersine dönmesini istemezsiniz.”

Sözünün burasında duraladı; başını, pencere önünde oturup kendini dinliyor görünen Alişan Bek’den yana çevirdi, kaldığı yerden devam etti:

“Bu anlattıklarımı, Alişan Han’ın valiye duyuracağından kuşkum yok.”

Sözünün burasında mânalı bir gülüş durdurdu onu, postasından püro istedi. Yakıp bir nefes çekip havaya üfledi.

“Buradan çıkınca,”dedi bıyık altı gülüşünü sürdürerek; “Savsur Bek’e geçmiş olsuna gidersin belki. Burada hem kendi adına, hem de onun nâmına bulunuyorsun. Dediklerimi ona da duyurursun.”

Son sözler, kır saçlarına rağmen sakalsız bıyıksız simasını daha beter gölgeledi Alişan Han’in; kaşlarını çatıp zemindeki koyu sarı desenli halıyı inceleyerek duymazdan geldi önce, ama böylesi bir davranışın adamı kuşkulandıracağını hesaplayıp kendini toparladı. Nefeslendikten sonra, kısık sesiyle  söylenirmiş gibi karşılık vermeyi  zaruret  bildi:

“Emirlerinizi  Rusça bilen bir çocuk bile anında anlardı sayın kumandan,” dedi; “ hâlimizi öyle bir tasvir ettiniz ki mest oldum. Yalnız tasvir ettiniz, yalnız korkuttunuz, yalnız vaziyetimizin perişanlığını ilan ettiniz; bunca moral bozukluğu yetmiyormuş gibi, bir de bunları yaptınız bize; beklenmez bir üslup.”

Sözünü yarım bırakarak Tümgeneral Velyaminov’un sorgular yüz ifadesine dikkat etti, belli bir hükm varmak istiyordu:

“Yanlış anlayıp îtiraz ediyorum sanmayın beni,” diye de yarım bıraktığı konuşmasını sürdürdü; “çünkü buna gereğin kalmayacağı günlerin çok yakında olduğunuğunu hissediyorum. Ama sadece dağlıların ısrarcı mukavemetleri epey düşündürttü beni.”

Alişan Han, Vali Beslan Bek’in makam odasının alt kısmına düşen koltuklarına iğreti oturmuş, konuşulanları sanki anlarmış gibi bakan kabile hanlarının en yaşlısına düşünceli göz attı.

“ Ne konuşur bunlar? Vaadettikleri gibi asileri tepeleyip bize bağımsız bir yurt vereceklerse, ne bu telaş?”

Alişan Han bilmiyordu ki “her devir”de hakim güçler bir şeyler vaadederdi galibiyete kadar, sonra da hatırlarında kalan sadece kendi hedefleri olurdu. “Tarihin tekerrürü ne de acıydı!


Bu haberlerde ilginizi çekebilir!