Değişen hayat içinde değişmeyeni bulma yolculuğunun ilk sorusu budur bende: Hikâye nerede? Hayat durmadan akan bir ırmak gibi sabahın ilk ışıklarıyla başlarken ben de gece boyunca düşündüğüm fakat bir türlü bulamadığım hikâyemi yakalama umuduyla uyanırım. Elimi yüzümü yıkarken aynada gördüğüm bende bu arayışın çizgileri vardır. Kahvaltıyı yaparken ya da günlük bir konuyu günlük güneşlik bir şarkı gibi mırıldanırken aklım hep ondadır. Sonra sabah ajansı ve ülkenin gündemini seyre dalarken dünyayı kasıp kavuran bir virüsün gölgesinde, bitmeyen sancım içimde kıvranır durur.
Siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmeler yeterince beni meşgul ettikten sonra yönelirim öğleye doğru kitaplara. Bu aralar Stefan Zweig’ın saplantılı hikâyeleri ile meşgulüm. Belki de bu yüzden saplantı haline geldi günlük hayat içinde hikâye arayışı bende. Bundan pek emin değilim. Platon’un Devlet’i, Balzac’ın Vadideki Zambak’ı, Hugo’nun Sefiller’i ya da Flaubert’in Madam Bovary’si derdime derman olamayınca sosyal medyanın anlık değişen gündemleri arasında gezinirim. Aklımda hep aynı soru olur: Hikâye nerede?
Bazen sadece kitaplar, edebiyat ve sanat olsa keşke nefes aldığım her yerde desem de bu imkânsız. İnsanların beklentileri uzanıveriyor ıslak bir yorgan gibi üstüme. Islak bir yorgan üstat Necip Fazıl’ın Kaldırımlar şiirinden bir alıntı. Beynim oradan oraya sıçrıyor yine. Dişçi randevusu çalıyor telefonda. Gitmeliyim. Otobüse binerken yanımda insanlar ekonomik sorunlardan, aile ilişkilerinden, alamadıklarından ve aldıklarından yani alelade dünyevi işlerden bahsederken ben karşıma çıkıverecek hikâyeyi düşünüyorum yine.
Bu kadar meşguliyete dayanamayan zaman güneşle birlikte yenik düşüyor hikâyeme. Saatler ikindiye yaklaşıyor ama ben hala bulamamış oluyorum aradığımı. Arkadaşların yeni çıkan kitaplarına bakıyorum. Onların yeteneklerine hayran olarak… Elimden düşmüyor telefon. Dişçinin bürosunda bekleme salonunda gelip geçen hastaların acı dolu bakışlarına şahit oluyorum. Dolgu, çekim ve kan kokusu…
Uzaklaşmak için bu vahşi dünyadan ve görüntülerden masanın üzerinde duran bir dergiye uzanıyor elim. Garip bir olay çarpıyor gözüme. Yüksek gerilime kapılmış Sezgin adlı bir genç reklam işini bıraktıktan sonra köyüne dönüp aldığı keçilere çobanlık yaparak tabiatın koynunda şifa ararken rastlıyor birkaç zürafa fosiline. Yetkilere haber veriyor. Bir anda gündem oluyor Kayseri’de. Müze müdürünün dikkatini çekiyor fosiller. Valiye kadar taşınıyor konu. Uzmanlar geliyor, binlerce yıllık olduğu anlaşılan fosiller toplanıyor. Müzeye kaldırılıyor. Sezgin’in yüzünde gurur… Bu dağlarda geçmişi aramaya devam edeceğim diyor. Kendini bu işe adamış gibi.
Sekreter sıramın geldiğini söylediğinde dergideki haber de bitmişti. Doktorun konuştuklarını anlamadım pek. Aklım Sezgin’deydi. Hikâye olabilecek kadar önemli miydi bu haber. Dişime dolgu yapılırken hiç acımadı canım. Kafamda hikâye olabilecek yerlerin bir olay örgüsü içinde birleşmesi gerekiyordu. Önce hikâyeye bir başlık gerekti. Sezgin olabilirdi. Zürafa Fosili de… Ya da başka bir şey… İsim konusuna fazla takılmamalıydım. Eve dönerken yine otobüste elimde telefonun not defteri, düşünüp duruyorum. Güneş batmak üzere…
Yeteneğimi kaybediyordum galiba. Eskisi kadar kolay bulamıyordum hikâyeleri. Seçici olmaya başlamıştım. Bazen kolayca geliveren ilham bazen gelmiyordu işte. İnsanların zamanını almaya değecek bir şeyler olsun istiyordu gönlüm, nihayetinde. İnsani yönleri ön plana çıkaran ama göze batmayan bir şey olmalıydı yazdıklarım. Akşam yemeğini yerken de olmadı. Günüm bir arayış içinde geçmişti. Ne internette gördüğüm görüntüler ne de okuduklarım, şahit olduklarım taşmaya yetmemişti. Sezgin de bir haberin arasına sıkışıp kalacaktı anlaşılan.
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Kilit romanı hakkında yazılanları, birkaç satırın altını çizerek okuyup uyumaktı en güzeli. Çocukların dersleriyle de ilgilenememiştim hikâye arayışı yüzünden. Zor meslek benimki… İnsanların pek umursamadığı bir alan… Kendimi durdurabilsem vazgeçeceğim hepsinden ama… Vazgeçmek zor.
Son cümleyi yazmadan önce, bir dakika, kalem nerede? Günü kurtaracak hikâyenin başlığı geldi aklıma: “Yüksek Gerilimli Zürafa Fosili.” Fena olmadı vesselam.