“Eğin[1] dedikleri de küçük bir şehir
Ana ben cahilem çekemem kahır
Yediğim içtiğim ağuyla zehir
Engel ağam, engel paşam Eğinli misin?
Sılaya dönmeye de yeminli misin?[2]”
Bir beldenin ismini değiştirmek; yiğidin namını elinden almak gibi… Meydan savaşları kazanmış mareşallerin unvanlarını, nişanlarını, madalyalarını geri almak gibi… İsmi ile cismi; sureti ve sireti aynileşmiş bir şehrin ismini değiştirmek, ona yapılan büyük bir haksızlık olsa gerek. Bu tasarrufun, et ve tırnağı bir birinden ayırmanın insana verdiği eza gibi, şehrin ruhuna büyük bir azap verdiğini düşünüyorum. Bu ıstırabı o beldenin ruhundan haberdar olanların hissettiği muhakkak.
Bir aziz dostun daveti vesilesiyle Erzincan’dayız. Salgın yüzünden konulan seyahat yasakları kalkar kalkmaz İstanbul’dan kaçar gibi Yozgat’a gitmiştik. İnsanların İstanbul’dan gelen kimselere vebalı gibi muamelesine tam alışıyorken –muamelesizliğine mi demeli?- kendimizi Erzincan’da bulmuştuk. Eğin Erzincan’ın en çok görmek istediğim ilçesiydi. Mihmandarımız bunu bildiğinden misafirliğimizin ikinci günü Eğin’e gitmeyi kararlaştırıyoruz.
Eğin’e dair sınırlı ve genel malumatım dışında, Nurettin Topçu hikâyelerinden dolayı zihnimde teressüm etmiş bazı manzaralar, imajlar ve muhayyel bilgiler var. Yozgat’tan Erzincan’a doğru yola koyulalı zihnimde hep onlar cevelan ediyor. Muhayyel Eğin’le gerçek Eğin’in ne denli uyuşacağını görmek üzere, Pazar günü öğlen vakti yola koyuluyoruz. Dostumuzun arabası önde, biz onun ardında seyrediyoruz. O, Eğin’e daha evvel gitmiş, yola aşina, biz ise acemisiyiz. Bu yüzden aramız sürekli açılıyor. Yolda askeri kontrol noktaları var, önlerindeki koruma maksatlı beton kütleler dikkatimi çekiyor. Askerlik için Elazığ’dan Tunceli’ye konvoyla yaptığımız yolculuğu hatırlıyorum. Erzincan’a gelince, yıllar evvel Tunceli’de yaşadığım his gönlüme avdet ediverdi. Sanki ait olduğumuz toprakların çok dışında, olmam gereken/olabileceğim yerlerin çok uzağındaymışım gibi bir his yakama yapışıverdi yeniden: Devasa bir gurbet hissi bu. Tunceli dışında, Anadolu’nun başka bir yöresinde bu hisse kapılmadım. O his, Erzincan’da tekrar gelip beni buldu. Dostların yanında oluşumuz bu hissin ağırlığını hafifletiyordu. Ancak yolda gördüğümüz askeri kontrol noktaları bu hissi katmerlendiriyor.
Mihmandarımızın on yaşındaki kızı bizim arabada. Küçüklüğünden beri ben ona “Tabışgan” diyorum; tavşanın Göktürkçe’deki hâli… Biraz yol aldıktan sonra küçük mihmandarımız, solumuzda kıvrılan suyun Fırat olduğunu haber veriyor. Fırat boz bulanık akıyor. Sinesinde aktığı toprağın rengine bürünmüş, belli ki kederli… Hüznünü, derdini saklamaya muktedir olamayan dertliler gibi açık ediyor. Âşıkların, hicap eşiğini aşıp koy verilmiş ağıtı gibi çağlıyor. Fırat’ın efkârlı, bulanık hâli yüreğime aksediyor. Zihnim yüreğimin peşine düşüyor, vadilerden yamaçlara uzanıyor, tepelere tırmanıyor. Sarp kayalara çıkıp gökyüzüne bir türkü havalandırıyor:
“Fırat kenarının ince dumanı
Dağlara yayılır seher zamanı
Ben yârimden kestim artık gümanı
Bülbül, bülbül
Şu dağlardan aşalım
Digel gel ağlaşalım”
Tabışgan’a bilmeceler soruyorum. O da bize Nasrettin Hoca’dan fıkralar anlatıyor. Gözlerim Fırat ile yol arasında mekik dokuyor. Gönlüm hisler mahşerinde pürtelaş, bir şafi bulma ümidiyle bir o yana bir buyana koşup başladığı noktaya geri dönüyor. Yol kıvrım kıvrım, zihnim bir sarkaçta düşünceden düşünceye salınıyor. Ruhum Fırat’ın bulanık sularına dalıp ağırlaşıyor, sonra vadinin iki yanındaki tepelere çıkıp arınarak hafifliyor. Zeynep Nazlı’nın arabayı dolduran safiyeti, berrak gülüşleri, neşesi Fırat’ın bulanık sularına büsbütün kapılıp gitmemize mani oluyor.
Eski zamanlarda, bu vadiden Karadeniz limanlarına giden kervanların çıngırak seslerini duyar gibi oluyorum. Fırat’ın coşkun sesine karışan çıngırak sesleri, kağnı gıcırtıları, nal sesleri ve develerin aruz veznine ilham olan ritmik yürüyüşleri, derin uykuların içinden bir geçmiş zaman rüyası olarak beni çağırıyor. O türkü derinden derine duyuluyor yeniden. Münir Nurettin Selçuk’un sesiyle billurlaşan dizeler, kulaklarımdan geçip hem dert hem derman olan bir garip ecza gibi ruhumda birikiyor:
“Fırat kenarında kamışlar, sazlar
Sinemin yarası derindir sızlar
Bu dertten anlamaz hiç yarasızlar
Bülbül, bülbül
Şu dağlardan aşalım
Digel gel ağlaşalım”
Kemah’ta Melik Gazi türbesine uğruyoruz. Melik Gazi’nin ve Anadolu’yu bizlere yurt kılan ceddimizin ruhuna birer selam, bir Fatiha gönderiyoruz. Türbenin yanında, Fırat’ın iki yanında duvar gibi yükselen kayalıklar arasından Kemah’a doğru ve aksi istikametteki vadide uzayan Fırat’a göz gezdirip bir kaç da resim çekindikten sonra yola düşüyoruz.
Yol, vadiden ayrılıp yamaca sarıyor ve kıvrılarak yükseliyor. Fırat’ın gamı, yükseldikçe farklı duygulara terk ediyor yerini. Yol uzadıkça uzuyor. Kayalar oyularak yapılmış dar tünellerden geçiyoruz. Modern zaman insanı, tabiatın ona sunduğuyla yetinmiyor. Dağların, kayaların bağrını delip geçiyor. Belli ki modern çağ insanı, tabiatla değil ona rağmen yaşamak istiyor. Geçtiğimiz köprülerden hiç birisi, ulu ırmaklara, bir güzelin gerdanına ziynet takar gibi kurulan taştan kemerli köprülerden değil. Ama dağların bağrını dağlamakta oldukça maharet kazanmışız.
Nurettin Topçu’nun “Karayazı” adlı hikâyesinde Kevser Kız’ın dilinden “Çardağa asılmış bir büyük oda, bir köşk gibidir.[3]” şeklinde tasvir ettiği Eğin işte karşımızda! Arabadan iniyoruz. Dağların, güneşi arkalarına alarak gölgelerini üstüne ipekten bir örtü gibi salmaya başladığı Eğin’e heyecanla bakıyorum. Hikâyede Eğin’i çevreleyen dağlar zikrediliyor: Kırkgöz, Angin, Geşo… Acaba hangisi hangi dağ? Güneşin, Hotar Dağı’nın arkasına sinerek Eğin’i yapayalnız ve yetim gibi bıraktığından söz edildiğine göre Eğin’in yaslandığı dağ Hotar olmalı.
Arabaları Belediye’nin karşısına eğleyip dolaşmaya başlıyoruz. Geleneksel mimarinin, yılları devirip gelmiş örnekleri, nicedir hülyasında olduğum bu beldeye, adeta “Hoş geldin!” diyorlar. Korunup/direnip ayakta kalmış geleneksel yapılardan kimisinin restore edildiği, kimisinin göçüp gitmeye meyyal olduğu, göçüp giden kimilerinin de yerlerine, kenarından köşesinden geleneksel yapı süsü verilmeye çalışılmış betonarme yapılar kondurulduğu anlaşılıyor. Ancak yine de Eğin’in, Fırat’ın bazen dertli bazen şen şarkıları eşliğinde ve yalçın kayalıkların eteğindeki bu mümbit vadide fazla örselenmeden, ruhu ve onunla imtizaç eden cismi tanınmayacak kadar ziyana uğramadan, asırları devirip bugüne ermiş olduğu anlaşılıyor.
“Karayazı” Hikâyesi’nde, dağlardan fışkıran pınarlardan beslenerek sokaklarındaki arklarda çağlayarak Eğin’i dolaşan sulardan bahsedildiğini hatırlıyorum. Yokuş yukarı çıktığımız taş döşeli bir sokakta, yere döşenmiş taş oluktan, dupduru bir su şırıl şırıl akıyor. Kerim’in, sevda kancasında asılı bırakıp gittiği Kevser Kız söze başlıyor: “Sular bu memleketin dilidir, sevdasıdır. Sular burada canlıdır; akarlar, haykırırlar, dururlar, fısıldarlar, koşarlar, çağlarlar sonra serilip sönerler sular. Eğin dedikleri bir büyük bahçedir; sular bu bahçenin cıvıldayan çocukları. Onlarsız Eğin ölüdür.” Bu sokakta hafif bir ezgiyle incecik akan su, bir beldeyi şenlendiren çocuk cıvıltılarına ne kadar da benziyor.
Tabiatın sinesinde bir ur gibi durmayan, onu tamamlayıp tezyin eden eski mimarinin yadigârı yapıların varlığı, insanda iyiliğe ve güzelliğe dair ümitler uyandırıyor. Cümle kapılarında erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı, hatta bazen çocuklar için ayrı, işlemeli metal tokmakların olduğu sokaklarda, yitiğinin büyüklüğünü bir kez daha fark edip kederlenmiş bir bahtsız gibi dolaşmamak elde değil. Bir su çağıltısı cezbediyor beni. Kevser’in “Eğinin iki gözünden çıkan yaş halinde, yataklarında derin izler açarak Fırat’a gelip akan iki dere…” diye söz ettiği derelerden biri olmalı. Ya diğeri nerede? Suyun sesine doğru yürüyorum. Solumda, kapı kavramının bugünden bambaşka anlamlara sahip olduğu günlerden kalma, çift kanatlı, ahşap bir cümle kapısı bana gülümsüyor. Kevser Kız, böyle bir kapının açık bir kanadının eşiğinde oturmuş, elleri koynunda bir türkü mırıldanıyor:
“Bir kuş konmuş kanatlının[4] başına
Merhamet et gözlerimin yaşına
Vadem yeter sana hasret ölürsem
Dertli yazın mezarımın taşına”
Derenin yanı başında bir su değirmeni var. Derenin bir kolu değirmenin altına uzanıp tekrar dereyle birleşiyor anladığım kadarıyla. Su değirmeni, değirmen menşeli kimi geçmiş anlatıları çağırıyor zihnime. Çok kalmadan çıkıyoruz; vakit dar. Eğin’de dut ağaçlarının çokluğu dikkat çekiyor. Değirmenin yanı başındaki köprünün korkuluklarına yaslanıp yokuş aşağı, bendini yıkmış gibi coşup gelen suları seyrediyorum bir süre. Orta Cami’nin duvarına yüz sürerek akan suların kasidesi ruhumda yankılanıyor:
“Dest bûsi arzûsıyle ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun ânınla yâre su[5]”
Ahmet Kutsi Tecer’in “Gezmesek de tozmasak da /O köy bizim köyümüzdür.” dediği köye; Apçağa’ya gidiyoruz. Köyde ahşap, ahşap kaplamalı evlerin güzelliği, insanı, bir bayram havası gibi sarıyor. Camide ikindi namazını eda ediyoruz. Kimi beldelerde gördüğüm, meydandaki caminin yanında ulu çınar ağacının gölgesinde, sedirleri olan çay evi bu caminin yanında da var. Ancak ulu çınar ağacının yerini burada ulu bir dut ağacı almış. Gölgesinde kısa bir müddet oturuyorum.
Tepeye çıkıyoruz. Akşam rüzgârı esiyor. Hotar Dağı’nın ipekten örtüsü, Eğin’i örtüp Fırat’ın karşı yakasına tırmanmaya başlamış. Eğin’i, vadide huzur içinde yatar gibi görünen Fırat’ı ve Eğin’i çevreleyen dağları seyrediyoruz bir müddet. Oturup uzun uzun bakmaya vaktimiz yok; akşam geldi çattı.
Mihmandarımız, “akşam yatmaz sabah kalkmaz” diye tavsif edilenlerden. O yüzden ikindi vakti geldiğimiz Eğin’den akşam döneceğiz. Muhayyilemdeki Eğin’i az çok yerli yerinde bulduğumu söyleyebilirim. Geçmişinden birçok şey kaybettiği muhakkak, ama elde kalanların azımsanmayacak değerde olduğunu da anlamamak mümkün değil. Eğin’de görülmesi gereken birçok şeyi görmeden ayrılıyoruz, ama olsun. Muhayyilemdeki Eğin’le mevcut Eğin arasında uçurum olmadığını gördüm en azından. Gerisi, Kerim’in yolunu gözleyerek yaşlanan Kevser Kız’ın tasvir ettiği gibi hayallerimizde saklı kalsın.
Belediye’nin yanındaki bir mekânda, yediğimiz akşam yemeğinin ardından çaylarımızı yudumlarken, kuş uykusu kadar hafif bir sohbet başlıyor aramızda. Mihmandarlarımızdan başka bir de yol arkadaşımız var: Dayıkızı. Sohbetin bir yerinde gözleri, Kevser Kız’ın sözünü ettiği, Eğin’in gözyaşları gibi akan iki dere misali çağlıyor. Çağlayan bu göz pınarları sohbeti hitama erdiriyor. Akşamın alaca karanlığında, Eğin’i sessizce selamlayarak geçip giden Fırat’ın aksi istikametinde yola düşüyoruz. İliç’in yanından savuşup Kemah’ta tekrar buluşmak üzere Fırat’tan ayrılıyoruz. Ipıssız karanlıkta kıvrılan yolda dağlara sarıyoruz yeniden. Refikam suskun, Tabışgan uyuyor, arabanın sol ön camı yarı açık, karanlıklar içinden Kerim’in derdiyle eriyip tükenen Kevser Kız’ın gamlı sesi içeriye sızıyor:
“Bir oda yaptırdım yele karşıdır.
Akar çeşmim yaşı sele karşıdır.
İçerimi kan deryası bürümüş
Gülüp eğlendiğim ele karşıdır.”
Tebrikler şaban bey üstadım bi gezi ancsk bukadar güzel dile getirilir bütün illerimizin senin gözünle anlatılmaya ihtiyacı var nir erzincanlı olarak çok mutlu oldum gurur duydum eline emeğine kalemine sağlık saygı ve hürmetler imle
Alllahim selamı uzerine olsun güzel kardeşim öncelikle beni yol arkadisi ettiğin ve senin bu güzel anlattiklarini yerinde görmeme vesile oldugun icin Allah senden razin olsun çok yolculuk yaptım yolcu olduğumuz şu dünya uzerinde emin ol yaptığım yolculukların en güzellerinden biriydi Allah sizlerden de bizi agirlayanlardanda ebeden razı olsun kalemine yüreğine sağlık çok guZel anlatmışsın rabbim kalemini güçlü kılsın inşallah iyki yakınimsin iyki kardeşismsin elhdulillah kardeşime yazdığın yol uykusundan sonra budaa ayrı bir tatlı anlatım olmuş Fırat'ın suları gibi daim olsun coşkun olsun kalemin yüreğin canım kardesim
Birdahaki yazini heyecenla bekliyorum selam ve muhabbetle