Her köyün, her mahallenin ‘deli’si olur ya… Bizim de kasabadan büyükçe, küçük ve şirin şehrimizde, hâllerine akıl sır erdiremediğimiz nice ‘delilerimiz’ vardı. Halk arasında bunlara ‘zararsız deli’ denirdi. Sevilirler, hatta kendilerine saygı bile duyulurdu. Bunların aslında veli kullar olduklarına bile inanılırdı. Kimseye saldırmaz, kimseyi rahatsız etmezlerdi esasında. Ama türlü huyları, tuhaf hâlleri vardı vazgeçemedikleri. Ve biz onların bu davranışlarına alışmıştık, asla garipsemiyorduk.
Bir ara merak edip de minik bir araştırma yaptığımda küçük şehrimizin bir hayli ‘deli’si olduğunu gördüm. İslam, Nesiba, Sıpho, Cevdo, Arap, Sabora, Ahmo, Zeko, Remzi, Burhan ve Cello. Remzi, Burhan ve Cello’ya yetiştim, diğerlerinin isimlerini duydum. Bu delilerden en çok aşina olduğum ve herkes tarafından çok sevilen bizim delimiz Cello’ydu. Cello’nun asıl adı Celâl idi ama mâlum Anadolu’da isimler biraz kırpılır, heceleri kısılır ya… Koca Celâl, belki de Celalettin “Cello” oluvermişti. Bu isimde tasarruf, biraz da sempatiden doğuyor aslında. Kötülük amacıyla değil lakap takmalar. Aileler de çocuklarının isimlerini minyatürleştirirlerdi. Meselâ İbrahim, kısaca ve usulca “İbo” Muzaffer “Muzo” oluverir, Ayşe “Ayşo”, Fatma ise “Fato” diye çağrılıverirdi.
Neyse ismi önemli değil ama Cello’nun şehirde büyük namı ve kendince itibarı vardı. Sevmeyeni hakikaten yoktu. Zira sempatikti ve insanlara gülerdi. En sevimli hâliyle önce esnafı dolaşır ve giyimi için mütebessim çehresiyle para toplardı. Yüzündeki o jest ve mimikleriyle o kadar candan idi ki, yardımcı olmamak mümkün değildi. Kimisi ayakkabısı, kimi ceketi, kimi pantolonu, kimi gömleği, kimi kemeri, kimi de çorabı için para verirdi. Bunları toplar, cebine koyar, ardından giderdi. Kısa bir süre sonra giyinmiş kuşanmış olarak fiyakalı bir şekilde gelir, şaşaalı bir şekilde çarşıdan geçer, âdeta misilleme yapar gibi “Bakın ben sizden daha iyi giyinmişim.” dercesine hepimize, bütün esnafa hava atardı. Dükkân sahipleri ve çalışanları güler geçerdi. Berber Merhem, Demirci Musa, Kalaycı Hamdi ve Semerci Feremez amcalar, Cello’ya bakar bakar güler ve uğurlarlardı.
O güzel giyimli Cello tek tek esnafı dolaşır, hepsine selam verir, güleç yüzüyle minnetini, teşekkürünü gösterirdi. Ama aynı zamanda hepsine de “Dünya fani, dünya fani!” diye seslenirdi. Acaba türlü iş yapan esnafın helalinden kazanmaya devam etmesini, aç gözlülüğe kapılmamalarını, harama bulaşmamalarını mı tembih ederdi, kim bilir! Yalnız toplanığı paralarla alıp giydiği yeni giysilerini sergilerken mutluydu; şık kıyafetiyle bu ikazlı nezaket ve şükran ziyaretini ihmal etmez, mutlaka yapardı. Yaşı çok değildi aslında 25 bilemediniz 30, ama olgun bir insan hâli vardı üstünde.
O şık giyimli Cello ertesi günü gelir Bakırcılar Çarşısı’nın köşesinde dururdu. Hepimiz onu seyrederdik. Ben ayakkabı tamircisi olan babamın yanında ahşap, alçak iskemleye otururdum. Cello bağırmaya başlar, öfkeyle üstündekileri paralardı. Anlardık ki, seremoni başlayacaktı. Önce ceketini çıkarır kollarını tersyüz eder, sonra da hınçla yere atardı. Atmakla kalmaz, kızgınlıkla üstüne tepinirdi. Ben şaşırmıştım ilk gördüğümde. Babama onu sorduğumda “Yine kızdırmışlar garibanı. Şimdi bütün elbiselerini çıkaracak!” Hakikaten Cello ceketinden sonra gömleğini de çıkarır yırtarak yere atardı. Sonra da pantolonu… Kalan iç çamaşırlarını çıkarmaya başladığında bir hengâme kopardı çevrede. Çarşıya açılan sokak başları genç esnaf tarafından tutulur, kadınların geçmesi engellenirdi. Zira Cello anadan üryan kalacak, iç çamaşırlarını da çıkarıp yere atacak. Sonra da bütün elbiselerinin üstünde zıplayıp tepinecek, parçalanan giysilerinin hepsini çiğneyecekti. Son olarak ayakkabı ile çorabını da çıkardıktan sonra öylesine kalakalacaktı.
Tabii bu hâl fazla sürmezdi. “Aaaaa”, “Ayıp ayıp!” diye seslenen esnafın ikazı üzerine bir iki kişi gider ve alelacele giydirir, sonra da selametlerdi. Bu gösteri haftada bir olmasa bile on beş günde bir genelde tekrarlanırdı. Bu hâli yaşarken esnaf, kendi arasında yorumlar yapardı.
– Ah ah akıl işte! Allah kimseyi bu hâllere düşürmesin!
– Sorma komşu, akıl Allah’ın bize bahşettiği en büyük nimet. Ama kıymetini bilmiyoruz. Bak o olmayınca insanoğlu ne hâllere düşüyor.
– Haklısın komşu! Allah imanımızı ve akıl sağlığımızı muhafaza eylesin.
– Amin… Amin…
Üzülür gibi görünürlerdi ama sanki esnafın hoşuna giderdi bu temaşa. Zira çarşının biricik eğlencesiydi Cello. Kimse sinemaya tiyatroya gitmezdi. Şehirde tiyatro yoktu zaten, sinema ise bir taneydi ve gençlerin mekânıydı. Yaşlı başlı esnafın sinemada görülmesi hoş görülmez, ayıplanırdı. Cello’nun temaşa eğlencesi başlarken herkes o anda işini gücünü bırakır, seyre dalardı. Hiç kimsenin aklına da “Yahu bu genç rahatsız. Bunu tedavi için hastaneye götürelim.” demek gelmezdi. Acaba götürüldü de hastaneden mi kaçtı, bilmem ki… Esasen biz o küçük şehrimizde delilerimizle ve velilerimizle birlikte gerçekten çok mutluyduk. Maddeten belki yoksul ama mesuttuk.
Cello bir mecnundu güya, herkes için bir deliydi, o kadar. Peki niçin böyle yapardı? Neden tertemiz, pırıl pırıl elbiselerini yırtıp atar, üstünde tepinirdi? Ne demek isterdi acaba? Sakın vermek istediği bir mesaj olmasındı. Bunu pek kimsenin düşündüğünü sanmıyorum. Aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra şimdi düşünmeye başladım. Belki de hırsa kapılan bazı esnafa “İşte bütün dünyanız bu! Mallarınız da, giysileriniz de beş para etmez! Onları da öte âleme götüremeyeceksiniz. Bir beyaz kefeniniz olacak sadece, o kadar! Dünyaya üryan geldik, üryan gideriz. Nedir sizdeki bu tamah, nedir bu hırs? Biraz da öte dünya için çalışsanız ya!”
İsmi ve yüzü hep gönlümdeydi Cello’nun ama geçenlerde aklıma adamakıllı düştü. Memleketin nostaljik fotoğraflarını paylaşan dostlarım var. Bir diğer delimiz Remzi’nin resmini görmüştüm geçenlerde. Ama Cello’nun hiçbir fotoğrafı, hiçbir resmi yoktu veya ben rastlamamıştım. O yarım asırlık hayal, gözümün önünde bütün ayrıntılarıyla canlandı ve delimize yeniden acıdım, tıpkı çocukluğumda acıdığım gibi. Sadece acıma duygusu mu hayır, seviyordum aslında onu. Bu derin hülya ile acaba ne yapar, ne ederdi şimdi? Hâlâ çarşıyı eğlendirmeye, hâlâ para toplayıp kendisine giysi almaya sonra da bunları paralamaya ve toplanan insanlara ders vermeye devam ediyor muydu? Telefonla abimi aradığımda sordum:
– Yahu Cello vardı ya çocukluğumuzda. Hani çarşıya hep gelen deli! Ne yapıyor, ne ediyor?”
Abimin sesi biraz hüzünlü geldi:
– Yıllar önce vefat etti.
– Yapma ya!
Bu sefer de ben hüzünlendim. Bir keder dalgası yayıldı içime. Demek ki, memleketimizin sembol isimlerinden Cello artık dünya hayatında yaşamıyor. O da ebedî âleme göçen kervana katılmış demek ki… Dediği gibi hakiki dünyaya sadece kefeniyle geçmişti. O masum, mazlum, bîgünah ve akıl fukarası ama gönül zengini insanı rahmetle andım, ruhuna Fatiha okudum.
Ârifler, “Her köyün, her mahallenin, her şehrin delisi ve velisi vardır.” derler. Kimin deli, kimin veli olduğunu bilemeyiz. Kim bizi gafletimizden uyarır, kim uykumuzdan uyandırır? Bunu düşünmeliyiz belki de. İstanbul’da deli yok mu? Çok. Hatta adım başı rastlıyoruz. Ama ben herhangi bir deliyi gördüğümde hemen çocukluğumun ilk delisi “Cello”yu hatırlar ve onu sevgiyle, şükranla anarım. O benim dünya gözüyle gördüğüm “ilk deli”m, belki de “veli”mdi.
Onun dünyalık kisvesine büründüğü hâlde çarşıdan geçerken herkese ahiretini hatırlatırcasına, “Dünya fani, dünya fani!” deyişini unutamıyorum. Acaba o deli adam, ticaretin şehvetine kapılıp namazı niyazı unutan, dedi kodu ile ömür tüketen bazı esnafı uyandırmak için mi dolaştırılıyordu o çarşıda, kim bilir! Ama ben ‘vazifeli’ olduğunu düşünüyorum.
İstanbul’da yaşayanlar “Beyazıt’ın delisi, velisi, kedisi” diye bir tabiri çok duymuşlardır. Hakikaten bu üç sembol, bir bakıma fırtınalı geçen hayatımızda bir dinlenme, mola ve huzur unsuru gibidirler. Hâlâ Beyazıt Meydanı’ndan geçerken, bilhassa Sahaflar Çarşısı’na uğrarken kenarda kıyıda dolaşan kitap meraklısı kedileri görür, sevinirim. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin “kedi muhibbi” allame müdürü İsmail Saib Hocayı rahmetle anarım.
Türkiye’de ve dünyada delilerin ve deliliğin tarihi yazıldı mı, bilmiyorum. Bu konudan kısmen bahseden, meşhur ruh hekimlerimiz Mazhar Osman ile Ayhan Songar’ın bazı kitaplarını okudum. “Tarihimizde ve Edebiyatımızda Deliler” aslında çok ilginç bir konu değil mi? Genç araştırmacılarımızın nazar-ı dikkatine sunulur.
Aman delilerimiz de eksik olmasın çevremizden. O akıldâneler etrafımızda hep bulunsunlar. Zira onlar bize yaradılış amacımızı, hayatın gayesini hatırlatan en iyi ikazcı âdemler, hayırhah münadilerdir. Ruhun şad olsun aziz Cello! Kabrin nur mekânın cennet olsun! Sen aslında çok iyi bir insandın biliyor musun? İnan ki biz seni hiç unutmadık, sen de bizi unutma e mi!
(6 Aralık 2020, Pazar)
Siirt ile ilgili yazılarınız, "Beyaz Şehrin Hikayesi" adlı bir kitapta toplanabilir diye düşünüyorum… hayırlı çalışmalar….