Warning: Use of undefined constant full - assumed 'full' (this will throw an Error in a future version of PHP) in /home/yenirady/yakuptutum.com.tr/arsiv/wp-content/themes/iyi tema/header.php on line 147
  RÖPORTAJLAR
  • İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
    İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
  • Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
    Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
  • İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
    İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
  • Nâzım Tektaş ile Mülakat
    Nâzım Tektaş ile Mülakat
  • Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
    Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
  • Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
    Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
  • Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
    Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
  • İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
    İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
  • İhsan Kurt ile Mülakat  
    İhsan Kurt ile Mülakat  
  • Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)
    Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)

Boğaziçi
Eklenme Tarihi: 1 Kasım 2022, Salı 04:36 - Son Güncelleme: 1 Kasım 2022 Salı, 04:36
Font1 Font2 Font3 Font4



Boğaziçi
Gökmen Ünlü

 

 

Serin bir bahar sabahı Moda’dan teşrifatçı vapuru ile nefs-i İstanbul’ a geçmek için evden çıktığımda, bu kadar beklenmedik bir seyahat olacağını hiç düşünmemiştim. Önce, meşhur kuru kahveciden kahvemi alıp Cağaloğlu yokuşundaki yayınevlerine, oradan da Beyazıt Çınaraltı’nda sahaf arkadaşımın yanına gitmek vardı aklımda.

 

Ancak iskelede gördüğüm manzara karşısında ne yapacağımı bilemedim. Sadece ben değil hiçbir İstanbullunun böyle bir şey görmediği üzerine yemin edebilirim. İstanbul boğazı kurumuş, sular çekilmiş…

 

Hayret, şaşkınlık ve korku, seyrediyordum manzarayı.

 

İlk şaşkınlığımı attıktan sonra boğazın sularının yerine, Şehr-i Şahane’nin sular altında kalan saklı tarihinin izlerine baktığımı fark ettim.

 

Batık gemiler yüzünden gördüklerimi tam olarak algılamakta zorlanıyordum. Lash Leyter (1992) batığı, hemen yanında Mehmet Mete (1986). Haydarpaşa’dan Tarabya’ya irili ufaklı sayabildiğim 11 batık gemi. (Denizatı, Çeliktrans, Lok Parbha, Rabunion 18, Mehmet Mete, Lash Leyter, Kemal Kefeli, Pl1, Belize, Berrak S, İndependenta) Hatalı park etmiş araba gibiydiler.

 

Araba dedim de aklıma geldi. Şu ileride Cankurtaran sahilinden savrulmuş araç Kraliçe Victoria’nın Osmanlı Padişahı Abdülaziz’e Osmanlı’da açılan ilk Anglikan kilisesi (Kırım kilisesi) için ziyarete geldiğinde hediye ettiği araba değil mi? Sonrasında “gavur icadı” denilerek -aslında dönemin siyasi dalgalanmaları sebebi ile- denize atılmıştı.

 

Biraz zorlandım ama suların terk ettiği yerlere inmeye cesaret edebildim. Arabaya doğru yürürken, kenarı gümüş simlerle kaplı bir mehtap kayığının yanında buldum kendimi. Hayalimde, dolunayın yakamoz oyunları ile raks eden sandalda tef, ud ve kanun eşliğinde Deniz Kızı Eftelya’nın sesini dinledim.  

 

En gaddar kalplere bile sızı bırakacak hikâyeleri ile önüme serpilmiş köpek kemiklerine takıldı gözlerim.  Edmondo De Amicis’ in İstanbul adlı kitabında “Türklerin köpekleri ne kadar sevip koruduğunu bütün dünya bilir. Bunu Kuran’ın hayvanlara karşı olmasını emrettiği merhamet hissiyle mi, yoksa köpeklerin de bazı kuşlar gibi uğurlu olduklarını sandıkları için mi yaptıklarını anlamadım; belki Peygamber köpekleri sevdiği, belki mukaddes tarihleri bu hayvanlardan bahsettiği için…”   kelimeleri ile anlattığı İstanbul’ un simgelerindendi sokak köpekleri. Ama toplanıp taş yığını gibi üst üste hayırsız adaya atıldılar. (1910 yılı ve maalesef 80.000 köpek) Sonradan geri getirseler de nafile. En vefalı dostlarına bunu reva gördü İstanbullular. İşte bu sebeple birçok vicdan, adadan çaresiz ulumalar boğaza doğru yankılanırken açlık ve ıstırapla ölüm bekleyen köpeklerin ahı yüzünden çıktığını düşünür, 1910 Çırağan, 1911 Moda yangınlarının…

 

Yönümü yukarı çevirmiştim ki önüme tahta yığınları çıktı.  Gemileri kavisli bir açıyla sıra sıra dizip bu tahtaların üzerinde geçmeye çalışmıştı boğazı, Mardonius komutasındaki Pers ordusu. İstinye tarafında inşa etmişlerdi bu köprüyü ve bir rivayete göre –Nargile közü ile kül olan- tarihi Büyükdere Çınar’ının olduğu bölgede de ordu geçici karargahını kurmuştu.

 

Biraz uzakta Haliç girişinde batık bir balıkçı teknesinin etrafındaki zincirler dikkatimi çekti. Bunlar Bizans tarafından şehri korumak için Haliç-Galata arasına çekilen zincirlerin parçaları idi. Sadece Sultan Fatih aşabilmişti bu zincirleri, karadan gemileri yürüterek. Bu devasa zincirleri, Osman Hamdi Bey tarafından kurulan ilk modern müzemiz, İstanbul Arkeoloji müzesinin ikinci katında görmüştüm. İşte şimdi koca bir yığın orada duruyordu.

 

Rabunion batığının yanında, köprü yapımında vefat eden işçilerin ceplerinden dökülen bozuk paralar vardı. O paraları kazanmak için Anadolu’dan gelip geri dönememişlerdi. Ölümleri bile, sadece birkaç satır haber olabilmişti, bir gazetenin üçüncü sayfasında. Boğazın anılarında onlarda vardı.

 

Boğaziçi’nin akıntısı da meşhurdu. Karadeniz ile arasındaki bir metrelik yükseklik farkı sebebi ile üst akıntısı Marmara Denizine doğru oldukça sürükleyici olurdu. Evliya Çelebi seyahatnamesinde “İskender’ in bütün bilginleri; “Allah mübarek eyleye, Allah’ın ilhamı ile en güzel plan bu ola” diyerek karar verdiler. Derhal bilginler, hocalar ve mühendisler, Karadeniz ile Akdeniz’ in yüksekliğini ölçtüler. Karadeniz daha yüksek idi…” olarak bahseder bu konuda. (Bu arada planı merak edenler seyahatnamenin 1. cildini okumalı!)   Isı ve tuz farkı da alt akıntıyı kuzeye doğru yönlendirirdi. Bu sebeple boğazın yaramaz suları sürekli bir güreş halinde döner dururdu. Bu güreşin uğultusu ise suyun üstünden çok altında olurdu. Çekilen sular bu uğultuyu son verdi doğal olarak.

 

Üsküdar Sarayburnu arasında Boğaziçi kucaklayan dört (Aziz Mahmud Hüdayi, Yahya Efendi, Telli Baba, Yuşa Hazretleri) koruyucusundan, manevi ışığından biri olan Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin anısına, Hüdayi yolunun huzuruna kaptırdım kendimi. En çetin rüzgârlarda bile denizciler için bir selamet yolu olarak bilinirdi burası. Bu güvenceden ötürü Marmaray’da, tam bu yolun altına yapılmıştı işte. Rivayet odur ki; Sultanahmed Camii inşaatı bitip açılma vakti gelmişti. Açılışta bulunması için Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri dâvet edildi. O gün deniz çok dalgalıydı. Bu sebeple kayıkçılar, açılmaya cesaret edemiyorlardı. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, Üsküdar iskelesinden kendi kayığı ile Bismillah diyerek Sarayburnu’na doğru yol aldı. Keramettir ki, kayığın yanlarından deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç etki etmiyordu. Bu keramet yolu, özellikle balıkçılar tarafından bugüne kadar kullanılmıştı. Ben de bu yolu kullanıp Sarayburnu’ndan yukarı çıktım.

 

Sahilde Sarayburnu deniz fenerine sırtıma dayayıp boğaza baktığımda, İstanbul’un hikâyelerinin nüvesini gördüğümü duyumsadım. Dönüş yolunda kim bilir hangi hikâyeler ile karşılaşacaktım…


Bu haberlerde ilginizi çekebilir!