Taksim’den Fatih’e dönüyordu. Otobüs Saraçhane’de durdu. İndi hemen. Her zaman önünden geçtiği ve tek tek gezmek istediği bisikletçileri, bu sefer daha alıcı bir gözle ve dikkatlice süzdü. Dükkân önlerinde üç tekerlekli, iki tekerlekli, renk renk, çeşit çeşit, boy boy model model bisikletler sergilenmişti. Gözleri bir radar gibi taradı hepsini. Aradığı, çocukluğundaki kendi bisikletiydi. İki tekerlekli, sade ve kullanışlı bisiklet: Bisan! Gördü, rengi de maviydi. Üstelik delikanlılığındaki bisikletin neredeyse aynısıydı.
Geçmişe daldı o an. Bisikletçi Hüseyin amcayı hatırladı. Unutması mümkün müydü zaten? Zira okula gittikçe ve eve döndükçe özellikle önünden geçtiği ve hasretle içerideki ve dışarıdaki bisikletlere baktığı dükkân yüreğinde yer etmişti. Dükkânın önündeki her duruşunda içerideki herhangi bir bisiklete sahip olmak istemişti ama bu mümkün olmamıştı. Biriktirdiği harçlık ile satın alması zordu. Ailesinden isteyemezdi. Çok da zengin sayılmazlardı çünkü. Normal geliri olan vasat bir aileye sahipti.
Dükkânda görüp de imrendiği, binmeyi hep hayal ettiği bir mavi bisiklet vardı. Bir ara yaklaşıp markasını da okumuştu: “Bisan”. Bisikletlerin en iyi markası olarak duymuştu o zaman. O mekân hep uğrak yeriydi. Hele bir aile gelmişse dükkâna ve çocuklarına bisiklet alıyorlarsa o manzarayı kaçırmak istemez, doya doya seyretmek isterdi. Kendisine bisiklet alınan çocuğun heyecanını ve mutluluğunu yüzünde görmek isterdi. Anne ve babasının sevinci de simalarında okunuyordu. Acaba bir gün kendisi için de buraya gelinir miydi ve kendisine istediği bisiklet alınır mıydı? Biraz zor görüyordu ama yine de büsbütün umutsuz değildi. Hep hayalini kurdu, ümidini yitirmedi.
Nihayet hayali hakikate dönüşmüş, isteği kabul edilmişti. Artık kendisinin de bisikleti olacaktı. Bunun sonsuz sevincini hiçbir zaman unutamadı. O gün hayatının en mutlu, en keyifli, en sevimli günüydü. Yaz sıcağı başlıyordu. Dönem bitmiş, okulda başarı elde etmiş, üstelik takdirname almıştı. Birinci olduğu sınıfta parmakla gösterilir olmuştu. Büyük ağabeyi akşam evde karneyi görünce bahtiyar oldu. Evdeki herkes sevinçliydi. Babası, annesi, diğer ağabeyleri ve kardeşi. Hepsi de kendisini tebrik ettiler. Sevincini onlar da paylaştılar. Büyük ağabeyi, karne elinde tek tek derslerin isimlerine ve notlara baktı, sonra bunları seslice okudu. Ardından, “Kerem tebrik ediyorum kardeşim. Maşallah ne güzel bir karne getirmişsin. Bütün derslerden 5 almışsın. 4’ün bile yok. Çok iyi. Biz evcek seninle iftihar ediyoruz. Tebrik ediyorum. Üstelik tatillerde gelip dükkânda bize yardımcı olduğun, müşteriye mal taşıdığın hâlde… Buna rağmen sınıfı pekiyi ile geçtin ve takdirname getirdin. İnanılır gibi değil, bravo! Büyük bir hediyeyi hak ettin şimdi. Dile benden ne dilersen, çekinme söyle!”
Önce çekinmiş, sonra dileğini usulca, yavaşça biraz da mahcubiyetle söylemişti: “Bisiklet!” Ertesi günü çarşıya büyük abisiyle beraber gitmişlerdi. Uzun zamandır gözünü kestirdiği, dükkânın önünden geçtiği ve uzun uzun imrenerek baktığı bisikleti göstermişti: “İşte bu!” Ağabeyi hemen dükkân sahibiyle konuşmuş, pazarlığını yapmış ve mavi bisikleti satın almıştı. Bu sevincin ölçüsü mü olur? Kerem havalara uçuyordu. Hayallerini süsleyen bisiklet işte şimdi onundu. Dilediği gibi ona binecek, şehrin caddelerinde gezip dolaşacaktı. Hatta bağ evine bile sık sık gidebilecekti artık. Okula ise her gün…
Çarşıda birlikte yürümüşlerdi. Bisikleti de yürütmüşlerdi yanlarında. Kendi bakkaliye dükkânlarına kadar gelmişlerdi.
Dükkânda diğer abileri vardı. Onlar da tebrik etti Kerem’i ve bisikletine bakıp “Hayırlı olsun!” dediler. Bitişik komşular da… “Hayırlı olsun Kerem, bu hediyeyi hak etmiştin doğrusu.” diyerek gören, tanıyan herkes kutlamıştı onu.
O gün okul tatil olmasına rağmen dükkânda izin verdiler Kerem’e. Bisikletine bindi, açık alanlara doğru sürmeye başladı. Onun da bir bisikleti vardı şükür. Filmlerdeki atlı kahramanlara benzetiyordu kendisini. Birkaç tur attıktan sonra dükkâna geri döndü.
Tatil bitmiş, okul yeniden başlamıştı. Ve Kerem uzak mesafedeki okuluna bazı arkadaşları gibi her gün bisikletiyle gidiyordu. Çantasını arkaya bağlıyor, sonra da var gücüyle pedallara asılıyordu.
Yağmurlu bir gündü. Evden çıkmış okula doğru hareket etmişti. Çarşıyı geçti, okul istikametine doğru ilerledi. Normal anayoldan gitse geç kalabilirdi. Bunun için kestirme yoldan, tarladan gitmeyi tercih etti. Derse geç gitmeyi sevmiyordu. Üstelik bisikleti de vardı. Öğretmen haklı olarak “Arkadaşların yayan geldikleri hâlde ders saatine yetişiyor, sen bisikletinle bile kavuşamıyorsun, olur mu?” diye haklı olarak fırça bile atabilirdi.
Bu düşüncelerle ana yolu bırakıp tali yola girdi. Bu, büyükçe bir tarla yoluydu. Mevsim sonbahardı. Yağmur yeni yeni çiselemeye başlamıştı henüz. Az sonra yağmurun şiddeti arttı. Sağanağa dönüşünce kahverengi toprak çamur olmaya başlamıştı. Okul binası ise uzaktan belli belirsiz görünüyordu. Bisikletin pedalına bastıkça bir ağırlık çöküyordu sanki üstüne. Pedalları çeviremiyor, bisikletin tekerleklerini bir türlü döndüremiyordu. Bir tuhaflık yaşamaya başlamıştı. Niçin acaba? Diğer günler yollarda rüzgâr gibi uçan bisiklete ne olmuştu acaba? Biraz daha zorladı ama bisiklet takılmış, durmuştu. Tekerlekleri çamur dolmuş, ilerlemiyor, hareket etmiyordu. Mecburen üstünden indi. Gerçi yolun neredeyse yarısına gelmişti ama tarlanın öbür yarısı vıcık vıcık çamur olmuştu ve amansız yol asla geçit vermiyordu. Kendi pantolon paçaları da berbat olmuştu.
Tarlanın ortasında çakıldı, kaldı. Bir an düşündü taşındı. Ne yapmalıydı? Bisikletle gidilemiyor. Ama biricik mal varlığı olarak gördüğü bisikleti burada da bırakamıyordu. Sonunda başka çare bulamadı ve düşündüğünü uyguladı. Önce çantasını sırtına aldı, sonra da bisikleti. Oturma koltuğunun altındaki bölmeden omuzuna aldı, taşımaya başladı. Bisiklet fazla ağır değildi aslında. Normal zamanda rahatlıkla taşıyabiliyordu. Ama yağmur hızlanmış, tarla çamur deryasına dönmüş, bisiklet de iki katı ağırlaşmıştı. Ayakkabıları da çamura batmıştı. Adım atmakta zorlanıyordu ama çaresizdi artık. Mecali kalmasa da mecburen okul binasına kadar bu şekilde gidecekti.
Yola koyuldu. Sırtında kitap dolu çanta, omuzunda bisikleti vardı. Üstelik çamurlu ayakkabıları ağırlaşmış, hantallaşmış, âdeta yerinden kımıldamıyordu. Ama mecburdu. Tek tek adım atmaya başladı o koca tarlada. Oflaya puflaya okul binasına doğru yürüdü. Tuhaf bir hâle düşmüştü. Koca tarlada bir çocuk, sırtında ise bisiklet. Okula yaklaştıkça gücü azalıyor ama dayanmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş ilerledi. Nihayet okulun dış duvarının önüne gelince biraz soluklandı. Çok yorulmuştu. Hayatında bu kadar terlediğini hatırlamıyordu. Bakkal dükkânlarının müşterilerine o kadar mal taşımıştı, hiçbirinde bu kadar yorgun düştüğünü hatırlamıyordu. Pestili çıkmıştı âdeta.
Okulun dış demir kapısını açıp da okul bahçesine girince ön sınıflardaki öğrenciler ve öğretmenler, pencereye yaklaşmış, onu seyrediyorlardı. Üstelik kendi sınıfının pencereleri de bahçeye bakıyordu. Bir yandan geç kaldığı için derin bir mahcubiyet duyuyor, öte yandan çamurlu bir bisikleti taşıyıp okula getirdiği için de ayrıca üzülüyordu. Hademe İsmail Efendi mutlaka bağıra bağıra söylenecek, “Koca okulun temizliği yetmiyor gibi bir de tarladan taşınan çamuru mu temizleyeceğim?” diyerek haklı olarak şikâyet edecekti. Kendisini seyreden arkadaşları katıla katıla gülmeye başlamıştı. Birbirlerine kendisini gösteriyor, muhakkak kendisiyle alay ediyorlardı: “Şuna bak, bisikleti onu taşıyacağına, o bisikleti sırtlamış okula getiriyor…” Haklılardı, kendisi de böyle bir manzaraya şahit olsa güler geçerdi.
Bahçeye girdikten sonra bisikleti dış kapının kenarına zincirle bağladı, sonra da ayakkabılarını temizlemeye başladı. Uzun uzun uğraştı. Yağmurla balçığa dönen tarlanın yapışkan çamuru ayakkabısının altını da üstünü de mahvetmişti. Hatta pantolonunun paçaları da çamur deryasına dönmüştü. Uzun süre temizlenmeye çalıştı, sonra içeri girdi.
Başına bu gelenleri düşündü uzun uzun. Cenabı Allah niçin onu bu şekilde cezalandırmıştı? Bu bir ceza, bir bedel miydi? Gözlerinin önünden son günlerde yaşadıkları geldi. Geçenlerde gördüğü yaşlı amcanın ahı mı tuttu acaba? Yükünü taşımasında yardımcı olmamıştı. Hâlbuki genelde ellerinde file olan, yük bulunan yaşlıları görünce duruyor ve hayrına onları taşıyordu. Dün ise bu görevini ihmal etmişti. İki büklüm olmuş, kamburlaşmış, yaşlı bir amcanın yükünü gördüğü hâlde görmezlikten gelmiş, yoluna umarsızca devam etmişti. Sonradan bu yaptığına pişman olmuştu ama artık iş işten geçmişti. Kendi kendine, “Sen misin, o yaşlı amcaya yardımcı olmayan. Al sana işte. Cenabı Allah da seni böyle cezalandırdı. Hem yoruldun, hem derse geç kaldın, hem de öğretmenlerine ve arkadaşlarına rezil oldun.”
Evet büyük bir ders ve ibret çıkarmıştı bu yaşadığından Kerem. Hatta o anda kendi kendine kesin bir söz vermişti. “Bundan sonra yaşlı birini görürsem mutlaka ona yardım edeceğim, yükünü taşıyacağım. Bisikletli olsam da olmasam da…”
Saraçhane’deki serginin önünde uzun süre durmuştu. İçeriden dükkânın sahibi çıkmış ve “Beğendiniz galiba, Bisan’lar eski marka ve çok sağlam. Çocukluğumuzun en iyi bisikletiydi. Sanırım siz de eskiden binmiş olabilirsiniz, değil mi?” diye sorunca Kerem tasdik anlamında başını salladı. “Evet benim de 30 yıl önce Bisan’ım vardı. Hayret firma değiştirmemiş. Aynı sadelikte. Üstelik benimkiyle de aynı renkte: Mavi. Kaç lira acaba?” Pazarlığın peşinden ardından bisikleti omuzuna aldı ve merdivenlerden yukarı caddeye çıkardı.
Fatih’teki evine bisikletine binerek geldi. Yağmur hafiften yağmaya başlamıştı. “Allah’tan tarlada değilim, caddedeyim.” diye düşündü, maziyi andı, tebessüm etti. Apartmandan içeriye bisikletiyle birlikte girdi, eski/mez arkadaşını zincirle apartmandaki tırabzana bağladı. Üçüncü kattaki dairesine doğru çıktı. Basamakları çıkarken aşağıda duran mavi bisikletine sempatiyle bakıyordu. Bugün unutamadığı çocukluk armağanının sevincini yeniden yaşamıştı. Artık İstanbul’da da bir bisikleti vardı.
Zile bastı. Kapı açıldı. İçeri girip eşine selam verdi sonra oğluna seslendi: “Ahmetçik nasılsın?” Salona yaydığı küçük arabaları yerleştirmekle meşgul olan minik Ahmet, yeni yeni ve tane tane konuşmaya başlamıştı. Sevimli ve gamzeli yüzüyle başını babasına çevirdi, teşekkür etti: “İyiyim babacım, sen nasılsın?” Kerem çok neşeliydi. Oğlunu kucağına aldı. Havalandırdı. “Nasıl gidiyor bakalım arabalar! Bakıyorum oto galerini kurmuşsun. Satışlar ne zaman?” Ahmetçik bütün coşkusuyla gülüyordu. “Babacığım arabalarım, motosikletlerim, itfaiye arabam var ama elekrlikli scooter (sukıtır)’ım yok! Alır mısın lütfen?” Kerem güldü: “Onu boş ver, ben sana daha güzel bir şey aldım.” Minik Ahmet’in meraklı bakışlarla ellerine bakıp “Nerde, nerde?” sorusuna babası gülerek cevap verdi: “Gel, beraber gidip ona bakalım.” Birlikte merdivenlerden indiler, apartmanın girişine geldiler. Mavi bisiklet, kenarda bütün güzelliğiyle duruyordu.