RÖPORTAJLAR
  • İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
    İdeali Olan İnsanlar İddialı Olmalıdır
  • Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
    Aydil Erol: “Dostların Hasını Gördüm”
  • İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
    İstanbul’un En Büyük Kütüphanesi Rami’de Açılıyor
  • Nâzım Tektaş ile Mülakat
    Nâzım Tektaş ile Mülakat
  • Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
    Muaz Ergü’nün Mehmet Nuri Yardım ile Mülakatı
  • Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
    Ahmet Efe: “Sanatta Asıl olan İnançtır”
  • Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
    Hüseyin Kutlu: “Yazı Sanatımıza Ciddi Bir Alaka Var”
  • İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
    İttihadı İslam, Meşveretle Olacaktır
  • İhsan Kurt ile Mülakat  
    İhsan Kurt ile Mülakat  
  • Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)
    Muzaffer Deligöz ile Mülakat (1)

Beyaz Martının Şahitliğinde
Eklenme Tarihi: 1 Kasım 2022, Salı 03:57 - Son Güncelleme: 1 Kasım 2022 Salı, 03:58
Font1 Font2 Font3 Font4



Beyaz Martının Şahitliğinde
Emine Ekici

                                                                                                                              

                                      

Deniz, dalgasını kumların üstüne vuruyordu.

Adam uzaklara baktı.

Kadın bakışlarını ayaklarının ucundan çekip denizin dalgasına bıraktı usulca.

Adam sustu.

Kadın sustu.

Adam, kadın ve deniz birlikte susuştular ortamda oluşan hüznün gölgesinde.

Beyaz bir martı olanlara şahitlik ediyordu göklerde salınırken.

Kadın konuştu. Kadın susardı daha önceleri. Kadın ilk defa konuştu. Haftalarca, aylarca susarak yapılmış bir konuşmanın devamıydı bu. Devamı olmaktan da öte son nakaratlarıydı.

Adam korktu. Bir sona gelmişlik hissetti. Bir bitişin eşiğinde olduğunu söyledi yüreği.

Bir daha korktu adam.

 

Beyaz martı hikâyenin içinde kendine bir yer arıyordu. Adamla kadının üstünde mini bir tur attı, kanatlarıyla rüzgâr bıraktı kadının hüznüne, yavaşça okşadı adamın korkusunu. Beyaz martı yükseldi göklerde, hikâyenin içindeki varlığına uzaklarda devam edecekti.

Kadın, rüzgârın saçlarındaki dansından cesaret aldı, bakışlarını beyaz martının kanatlarına bırakıp uzaklara gönderdi.

 

“Gitmeliyim” dedi dudakları, gözleri acıyla hüznün, öfkeyle kederin harman yeriydi.

Adam sadece korktu. Tanıdık bir korkuydu. Yabancılık çekmeden aldı korkusunu içine. Annesini tahta bir dolapta götürürken mahallenin büyükleri aynen bu korkuyu duymuştu çocuk yüreğinde.

Adam sustu.

“Gitme”, diyemedi.

“Kal”, diyemedi.

“Neden? Niye?” diyemedi.

“Biliyordum”, dedi usulca adam.

“Neyi”, demedi kadın.

Adam sanki neyi demiş gibi cevapladı:
“Bir gün ayrılığı yaşayacağımızı biliyordum. Seni ne kadar sevdim, kendim bildimse o kadar uzaklaştığını hissettim. Sana ne kadar sarıldım, içime aldımsa o kadar dışarıda kaldığını gördüm. Bu korku şu anın yaşanmasından bile daha zordu.”

Söylenecek ne varsa söylenmiş, yaşanacak ne varsa yaşanmış gibi sustu kadın.

 

Bir bahanesi olmalıydı ayrılığın. Karşı tarafı ikna edecek bir sebep sunulmalıydı. Suçlama bile olabilirdi, “Bakışlarından yüreğime aşk damlıyor” bile dese, bununla yargılansa yine de razıydı adam.

Demedi kadın. Kendinden beklenen, istenen ne varsa görmedi, görmezden geldi belki de. Yapması gerekeni bilen insan edasıyla yaptı ve sustu.

“Çoraplarını da alacak mısın?” dedi adam.

Yani bütün çoraplarını mı alırsın?

Bu soruyu cevaplamak yeni bir konuşmanın başlangıcı olurdu. Konu bitmişti. Konuşma sona ermişti. Kadın sustu. Sustu kadın adamın zihninde bir ömür konuşacağını bilmeden.

 

Dile gelebilen bir sevgiyi taşımak ne kolaydır. Kolaydır ifadesi, olanı hissedip yansımanda görmeyi istemek. Ya dile gelmeyen, gelemeyen bir hissin içinde boğulmak, boğmak o hissedişi içinde… Kadın sustukça düşündü. Düşündükçe sustu kadın. Ağır gelen sevgi miydi, sevilmek miydi? Yüreğinin en hassas bölgelerini yoran sevdanın yansıması mıydı yoksa zaten altlarda ezeli bir yorgunluk mu vardı? Bütün sorumluluğu aşka yüklemek haksızlığının en acımasız olanıydı biliyordu. Bildiğini kendine itiraftan korkmayı bir bıraksa, kendinden bile eski bir yorgunlukla yüzleşecekti. Korkusuna bürünüp gitmeyi seçti kadın. Gitmek dinlenmek olabilirdi belki. Gitmek kendinden uzaklaşmanın da bir yolunu açabilir miydi? Adam konuşuyordu. Kadın gittiği yolların her adımına kendini bırakıyordu. Bitmenin, tükenmenin, kendinden kurtulup yok olmanın başka yollarını arıyordu.

 

Güneş battı, akşam oldu, ay ve yıldızların hüznüne uyacak bir elbise aradı sevdalı kadınlar. Ne gece konuştu, ne gündüz konuştu o geceden sonra. Deniz ve martının sevdası yeni bir çığlık kazandı. Eteğini toplayıp, saçlarını dağıtarak gitti kadın.

 

… “Ezelle ebedde seninle uyanmakla ödüllendirilmiş olmalıyım. Güneş seni aydınlatmak için gündüze, gece senden ışık çalmak için karanlığa heves etmiş. Yedi gün, dört mevsim saçlarından beslenen muhtaçlığımı doymak için gülüşünü bekler olmuş.’’ Kadın bütün susuşlarını takınırdı üstüne. Dudağına kilit vurulmuş, gözlerine ölçülemez bir derinlik kazılmış gibi bakardı kadın. Sevgisinin inceliğine yordu adam. Sevilmeyi hak edişinin bilincinde olduğunu gösteriyordu. Öyleydi de zaten, sevilmenin bu kadar yakışanı başka kadında olamazdı. Yine bir gün, siyah saçlarının hüznünden bir yudum içtikten sonra; “Uzun yıllardır ev olduk yuva olma zamanımız da geldi.” dedi adam. “Eş olduk, sevgili olduk birbirimize artık aile olmamınız da vaktidir.” dedi. Hevesliydi adam. Çoğalmak, bereketlenmek aşkının meyvelerini yeryüzünün bağrına sermek istiyordu. “Benimle yetinmek zor mu geliyor sana? Varlığıma yeni varlıklar eklersen sevginin bana ulaşması daha mı kolay olacak? Yetin benimle, en azından şimdilik.” derken kadının çoktan kendinden gitmiş olduğunu düşünüyordu adam. “Çoktandır benden gitmiş olanın sevdasındaymışım. Belki de hiç bana gelmemiş, gelememiş olanın aşkıyla hayali bir yaşantının içindeydim.”

 

Gidenler bedenlerini götürmeden kaç vakit önce gitmiş olurlar?

 

Beyaz bir martı gökyüzünün bağrında kendini ararken kayboldu. Yitik bir martının hikâyesi çalındı kulaklara. Martı kendine yitti, hikayesi bitmedi. Zaten bugün, bu saat için yaşadığını, hazırlandığını anladığın vakitler vardır, adam bunu anımsadı. İstedi ki beyaz martının kanatlarında kaybolsun. Kaybolsun da hikayesinin içinden çıksın. Hikayesi başka kulaklarda yer bulurken acısı da kulaklara çalınandan ibaret kalsın. Kaybolmak hikâyenin içinden çıkmak mıydı yoksa hikâyenin içine hapsolmak mıydı? Kaybolmuştu belki de bu yüzden bitmiş bir hikâyenin içinde dönüp duruyordu. Hayat bitmiş bir hikâyeden, noktalanmış bir anıdan başkasını getirmez olmuştu adama. Bazen bir söz bitişi kolaylaştırabilir. Bitiş anındaki konuşma önceki yaşanmışlıklara yeni anlamlar yükleyebilir. Yaşananlara yeni anlamlar yüklemek ayrılığa karşı acı duyan parçanı avutmak için işe yarayabilir. “Bir sebep ver bana, tutunacak birkaç söz. Kolaylaştır işimi. Kendimle kendimi suçlama, kavga sebebi olsun, olsun ki kendimi savunabileyim, aklayabileyim kendimi. Kırıldığımda üzerine yükleneceğim, anlamsız bulacağım bir bahane söyle.”

 

Sabah erkenden çaldı saat. Adam uyudu. Saat avaz avaz tekrar çaldı. Adam kımıldamadı yatağında. Komşunun bebeği uyandı saatin sesine. Komşu kadın homurdandı, uyanmış bebeğini kucağına alırken. Bir sabah uykusu vardı, onu da zehir etmişti sorumsuz bir komşusu. Saat sustu. Adam hayata, güne vaktinde başlayamadı o gün ve ondan sonra diğer günlerde. Hayat yine de devam etti. Merdivenleri zoraki yürüdü adam. Apartman görevlisinin şaşkın bakışlarını sağ elinin tersiyle silkeledi hafifçe. Diline gelmiş gecikmiş bir günaydını vardı çıkmasına izin vermedi, yuttu gerisin geriye. Adam yürüdü işkenceye dönmüş işine doğru. Adam yürüdü ruhu tarafından terkedilmiş bedeniyle insanların içine. Adam yürüdü, duyguları kalakaldı denizin suskun dalgalarında. Simitçi aynı yerinde, karşı kaldırımda duruyordu. Bir simit, bir de poğaça aldı adam. Öğlen arasını planlamadan yedi simitle poğaçasını. O günden sonra ofisin duvarları surat astılar hayata. Hayat kendini kovaladı, zaman çok şeyin üzerinden geçti. Zamanın üzerinden geçmediği, geçemediği şeyler kaldı. Bir an, bir söz, bir bakış, bir his…

 

“Akşam bizdeyiz, maç var.” dedi ofis arkadaşı. Beş erkek bir odanın içinde, bir kutunun karşısında yediler içtiler kendilerine sunulanı izlediler, izlediler… Denizin kıyıya vuran dalgasından birkaç damla su sıçradı adamın ayağına. “Senden kalan her şeyi saklayacağım”, dedi kadın. “Sakladığı bir şeyler kalmış mıdır, bunca yılın ardından” diye düşündü adam. Her sabah erkenden uyanıp yüzünün ayrıntılarında gezindiğimi hatırlayacak mı? Gözlerimin yüzünün ayrıntılarında bıraktığı izi kendinde kalan sayacak mıdır? Çocukken yıldızları saydığını anlatıp, ‘bu duygularımı kaybetmekten korkuyorum’, demişti. Onun için başarı çocukluğuna ait duygularını koruyabilmekti. Bu duyguyu canlı tutabilmek için, yıldızı bol gecelerden birinde “Bu gece sana yüzlerce yıldız hediye aldım” demiştim de gökyüzünün altına uzanıp üşenmeden tek tek saymıştık yıldızları. O geceyi, yıldızları, dudakları dudaklarımdayken 1-2-3… 8-9… yıldızları sayışımızı saklayabilecek mi? Hepsini saklasa bile o gecenin duygularını canlı tutup saklayacak mı?  

 

“Ayağına çay döküldü oğlum çeksene. Duyuların mı köreldi nedir tepki bile vermiyorsun sıcak çaya karşı.” Parmak uçlarına dökülen çaya baktı adam denizin sahile vuran dalgasını gördü. İçine içine sustu sustu yıllarca sustu susacak içi kalmayıncaya kadar.

 

Deniz kenarında sahile vuran her dalgada kendini arayan bir kadın gördü bütün âşıklar. Kaybolmuş bir martının kanatlarından bahsediyordu. Gözlerinde bulunmayı bekleyeni insanlara has bir umut vardı kadının. Bulunmak, bazen arayışımızın tek amacıdır.

 

 

 


Bu haberlerde ilginizi çekebilir!