Allah’ın kâinatta yarattığı her canlının ve elbette her hayvanın mutlaka bir görevi vardır. Belki de bizim bilmediğimiz, henüz keşfetmediğimiz vazifeleri bulunmaktadır. Ama bu konudaki bilgi eksikliğimiz ne yazık ki bazen bizi gereksiz düşüncelere sevk edebiliyor. Meselâ, “Şu hayvan niçin yaratıldı?” gibi haddimizi aşan sorular sorabiliyoruz. Hatta bazı kişiler, bu cehaletin gaflet eseri olarak, işi hayvancıklara zulme kadar vardırabiliyor. Hâlbuki onlar, bizim korumamız ve sahip çıkmamız gereken can dostlarımızdır.
Kediname kitabını iyi ki hazırlamışım. Yakın dostlarım bilir, bu kitabın yazılmasını bizim evdeki Lokum’a borçluyum. İlham veren o. Ailemizi bahtiyar eden kedimiz olmasaydı bu kitap da şüphesiz ortaya çıkmazdı. Kediname yayınlanmasaydı, hayvanlara ve tabii ki Rabbimizin yarattığı her şeye belki de muhabbetim bu kadar ziyadeleşmeyecekti. Dolayısıyla Lokum’a çok şeyler borçluyum. Zaten borcumu eda etmek için elimden geleni yapıyor, onu hep seviyor, hatta tırmık atmasına rağmen başını, sırtını ve çene altını okşamaya devam ediyorum. Allah muhabbetimizi daim eylesin.
Bugünlerde Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmî Şahsiyeti isimli eserinin ikinci cildini okuyorum. Çok geniş bir araştırma sonucunda ortaya çıkan bu kitabı okurken birçok notlar alıyorum.
Osmanlı Araştırmaları Vakfı tarafından 2014 yılında neşredilen eserin 519’ncu sayfasında “Bediüzzaman’ın Hayvanlara Karşı Gösterdiği Şefkat” başlığını görünce doğrusu heyecanlandım. Zira bu konuda minik bir araştırma yapmıştım. Hatta Kediname’de Bediüzzaman’ın kedilere olan büyük sevgisini ve bu konudaki hatıralarını dile getirmiştim. Şimdi diğer hayvanlarla ilgili başka hatıralarını bulunca elbette sevindim ve bunları sizlerle paylaşmak istedim. Bediüzzaman’ın Van’daki ilk talebelerinden Molla Hamid’in hatıraları değerli esere farklı bir renk ve ahenk katıyor. Okuyalım:
“Erek Dağı’nda bir yaz mevsimi boyunca Üstâd’la beraber kalmıştık. Burada evvela Bediüzzaman’ın hayvanlara karşı gösterdiği şefkatin birkaç örneğini vermek isteriz.
GECE GELEN KURT
Bölümün üçüncüsünde bir kurt hikâyesi vardır ki hakikaten okunması gereken ibretli bir metin, öyleyse okuyalım:
“Bir yaz gecesi Üstâd’la birlikte Zernabad suyu yanındaki eski harabe kilisede idik. Biz yattık geceleyin baktım bir kurt içeriye Bediüzzaman’ın yanına gelmiş bekliyor. Ben korktum, sesimi çıkarmadım. Biraz sonra kurt gitti. Sabah oldu. Bediüzzaman Hazretleri akşamki hadiseyi bir vesileyle ben sormadan kendisi anlattı:
‘Dün gece, geç vakitte ben kalkmış, elbisemi giyiyordum. Açık kapıdan bir hayvan girdi. Ben evvela köpek zannettim. Sonra bana doğru geldi, baktım ki kurt… O zaman düşündüm, bu hayvanın niyeti nedir acaba? Karşımda durarak bana bakmaya başladı. Yarım saat kadar durdu. O bana, ben de ona baktım. Sonra çekilip gitti.
Ben onun hâlini şöyle tefsir ediyorum, lisanı hâl ile diyordu ki: ‘Bu kadar zamandır senin yanında durdum, bana bir ikramda bulunmadın. Öyle ise ben de sana minnet etmiyorum, işte gidiyorum. Rezzak-ı Hakiki’nin sofrasında rızkımı arayacağım.’
Bu kurt hadisesi münasebetiyle, bir gün ben Üstâd’a kurtlardan çok korktuğumu söylediğimde, Üstâd: ‘Kardeşim bak, eğer bu yırtıcı hayvanların dizginini Allah yed-i kudretinde tutmasaydı ve başıboş olsalardı, bizim burada onlara karşı koyacak bir silahımız da olmadığına göre, bizi her zaman gelip parçalayabilirlerdi. Fakat her şeyin olduğu gibi, bu hayvanatın dizginleri Allah’ın elindedir. Kendi başlarına hiçbir şey yapamazlar.’ şeklinde bir ders yapmıştı.”
KERTENKELE ÖLDÜRMENİN VEBALİ
İlerliyoruz dördüncü kısım bir kertenkele hikâyesidir. Ama ne hikâye… Bence herkesin bilmesi gereken mühim bir meseleyi izah ediyor Hazret. Cahilliğin bazen insanı nasıl yanıltabileceğini göstermesi bakımında kayda değer. Bilhassa diyalog kısmı çok ilgi çekici. Yine Molla Hamid anlatıyor:
“Bir gün Üstâd bizlere: ‘Ben tesbihatımla meşgul olacağım, siz gidin dolaşın.’ demişti. Biz çıktık, dolaşmaya başladık… Bir kaya üstüne çıkmış bir kertenkele gördüm. Onu bir taşla öldürdüm. Dönüşümde Üstâd nerelere gittiğimizi, neler yaptığımızı sordu. Biz de anlattık. Ayrıca ben bir kertenkele öldürdüğümü söyledim. Üstâd buna çok üzüldü… Ve bana ‘Sen kendi evini başına yıkmışsın.’ dedi.
Ben de, bizde yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı kadar sevabı olacağını söylerler dedim. Bu defa Üstâd: ‘Otur da meseleyi muhakeme edelim. Kim haklı, kim haksız…’ Oturduk, Üstâd bana ‘Şimdi ben sorayım, sen de cevab ver.’ dedi ve:
KARINCALARA ÖZEL SEVGİ
Üstad Bediüzzaman’ın karıncalara hususi bir muhabbet beslediğini biliyordum. Tillo’da inzivaya çekildiğinde kardeşinin getirdiği yemeğin tanelerini ‘cumhuriyetçi’ ve ‘çalışkan’ karıncalara hediye ettiğini, yemeğin sadece suyuyla yetindiğini daha çocukluğumda okumuş ve bu inceliğin hikmetini hep düşünmüş durmuştum. Şimdi bu eserde ilgili bölümün beşinci kısmında yine “karınca” bahsi vardı. Görelim, karıncalar ne’tmiş neylemiş:
“Erek Dağı’nda iken, kış mevsimi yaklaşıyordu. Eski harabe kilise de kışın kalmak zor olacaktı. Belki de mümkün olmayacaktı. Üstâd bize emretti, toprak içinden mağara gibi bir yer kazmak suretiyle bir barınak yapalım dedi. Yerini de bize gösterdi. Eski harabe kilisenin karşı yamacında bir yerde… Biz kazmaya başladık, toprak altından çok karıncalar çıkıyordu, yuvaları imiş meğer. Üstâd geldi, baktı, gördü: ‘Bu karıncaları rahatsız etmeye hakkımız yok. Bir evi yapalım derken, diğer bir evi yıkmak olmaz.’ dedi ve bizi men’ etti. Başka bir yer kazmamızı emretti. Burada da yine karıncalar toprak altından çıktı. Üstâd yine gördü, bırakın dedi. Bir başka yere gidelim… Bu defa üçüncü bir yer kazmaya başladık, yine karıncalar çıkıyordu. Arkadaşım dedi: ‘Şimdi yine Seyda gelir, bizi men’eder. O buraya geleceği zaman, biz toprağı karıştıralım, geldiğinde karıncalar görünmesin ki, bu işi bitirelim. Yoksa bizi akşama kadar yer yer gezdirir.”
AZGIN ÇOBAN KÖPEKLERİ
Bu bahsin altıncı hatırasını da nakledelim ve ibret almaya devam edelim. Bu sefer hikâyenin kahramanları, ‘azgın çoban köpekleri’… Hepimizin herkesin başına gelebilecek bir macerayı görelim ve nasıl davranılması gerektiğini öğrenelim:
“Erek’te kaldığımız günlerde cuma namazları için beraber şehre inerdik. Yine böyle bir cuma günü şehre gelmiş, cumayı kılmış dönüyorduk. Yolda Zernebad Menbaı’nın alt yamaçlarında yürüyüp giderken, bir de ne görelim. Kocaman azgın çoban köpekleri dağdan koşarak bize doğru hücuma geçmişler. Ben de güya müdafaa için yerden birkaç taş topladım. Üstâd: ‘Ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Efendim dağdan bize doğru, doludizgin gelen köpekleri görmüyor musun, kendimizi müdafaa etmeyelim mi?’ dedim. Üstâd gülerek: ‘Ayıp ayıp!.. At o taşları.’ dedi. Ben taşları yere attım ne olacak diye bekledim. Köpekler bize tam yaklaşmışlardı. Üstâd elindeki şemsiyesini köpeklere doğru uzattı ve ‘Biz hain değiliz!’ dedi. Köpekler olduğu yerde durdular, hücumu ve havlamayı kestiler. Biz de yanlarından geçerek yolumuza devam ettik.”
Hakikaten çocukluğumdan itibaren duyduğum şudur. Bağıran, koşarak üstünüze gelen bir köpek gördüğünüzde asla kaçmayın, o daha ziyade peşinize düşer. Herhâlde şöyle düşünüyordur. ‘Bu adam kaçtığına göre demek ki bir kabahati, bir suçu var!” Onun için sakin durmak ve yolumuza devam etmek gerekir. Keşke can dostlarımızı daha iyi anlamaya çalışsak…
ÇOK KİŞİYİ AVCILIKTAN MENETTİ
Konuyla ilgili bir başka hatırayı, ömrü boyunca Bediüzzaman’ın yanından ayrılmamış, imana, İslam’a ve Kur’an hakikatlerine hizmet etmiş olan merhum Bayram Yüksel ağabeyden dinlersek meseleyi daha iyi anlamış oluruz. Bu hatıra Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi kitabının dördüncü cildinde geçiyor. İşte can dostlarımıza bir asır öncesinden değer veren büyük bir İslam âliminin zarifliği, inceliği ve yürek güzelliği:
“Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, ‘Hayvancıkların rahatını bozmayın’ derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, ‘Tavşanları ve keklikleri vurmayın’ derdi. Ve, ‘Diğer hayvanları incitmeyin’ der ve nasihatte bulunurdu. Hatta çok kişileri avcılıktan menetti.
Kırlarda çobanlara rast geldiğinde onları çağırıp konuşur, koyunlara şefkatli davranmalarını isterdi. ‘Beş vakit namazınızı kıldığınız zaman sizin her vakit saatiniz ibadet yerine geçer. Bu da beşeriyete hizmettir. Bundan hâsıl olan eti, yünü, sütü, yoğurdu her kim yerse yesin, size sadaka hükmüne geçer. Bu hayvancıkları incitmeyin’ diye çobanlarla çok şefkatli konuşurdu.”
“EHLÎ HAYVAN ALIP ETİNİNİ YESENİZ…”
Hayvanlara karşı büyük bir şefkati bulunan Bediüzzaman’ın bu yönünü yakın talebelerinden Şanlıurfalı Abdülkadir Badıllı ağabey de hatıralarında anlatır. Bu ilgi çekici hatırayı da Necmettin Şahiner’in Son Şahitler adlı eserinin dördüncü cildinden öğreniyoruz. 1953 yılında üstadıyla ilk defa tanışan merhum Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman’ın kendisine önce ailesini, soyunu, sopunu sorduktan sonra mesleğini merak ettiğini söyler. Bundan sonrasını, Said Nursi’nin “manevi evladı”ndan dinleyelim:
“Ne iş yaparsın?’ dedi. ‘Avcılık efendim’ dedim. ‘Sizin oralarda ne gibi hayvanlar bulunur?’ dedi. ‘Ceylân, tavşan, ördek ve keklik bulunur’ dedim. ‘Her ava çıktığınızda ne kadar para masraf edersiniz?’ ‘Bazen olur ki 50 lira da masraf yaparız’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Siz o parayla ehlî hayvan alıp etini yeseniz, daha iyi olmaz mı?’ ‘Evet efendim, daha iyi olur muhakkak’ dedim.”
KUŞLARI AVLAMAYIN
Mevzuyu araştırdıkça başka kitaplarda farklı hatıralar ve hikâyeler gördüm. Onlardan biri de Ömer Faruk Paksu’nun Bediüzzamanla Yaşayan Öyküler kitabında geçiyor. Burada da şefkatli âlimin kuşlara olan merhameti anlatılıyor. Jandarma komutanının Barla’ya askerle yolladığı Risale-i Nur Müellifi’nin yol macerası dile getiriliyor kitapta. Bu bölümü okuyalım:
“Bu hareketlilik, az ileride ağaçların dallarına tünemiş keklikleri havalandırmıştı.
Kayıkçı, bir hamleyle Korucu Burhan’ın tüfeğini kaptı. Ve tüfeği kapar kapmaz, havaya nişan vaziyeti aldı.
“Gelmişken eli boş dönmeyelim” dedi. “Kendimize bir ziyafet çekelim.”
Bediüzzaman, beklenmedik bir tavırla tüfeğin namlusunu kavradı.
“Yok yok,” dedi. “Yapma kardeşim. Bahar yakındır. Bu kuşların yavrulama mevsimidir. Yazıktır, vazgeç bu işten…”
Kayıkçı şaşırmış ve bir o kadar mahcup olmuştu. Tüfeği indirdi:
“Kusura Bakma Hocam, düşünemedim.” dedi ve tüfeği korucuya uzattı.
Ve helâlleşerek ayrıldılar.
Barla’ya kadar keklikler, yeni Barla misafirine eşlik ettiler.
ARININ DA SİLAHI
Nesil Yayınları arasında çıkan Risale-i Nur Hizmetkârları Ağabeyler Anlatıyor kitabında Mehmet Gülırmak anlatıyor. Bediüzzaman’ı tanıyan ve onunla birlikte zaman geçiren Gülırmak, “Üstad’la kırlara çıkardınız, bu nasıl olurdu?” sorusuna şu cevabı veriyor:
“Bunun belli bir zamanı olmazdı. Bir gün Üstad, ‘Yavrum Muhammed, Hafız Ahmet Efendi’ye selâm söyle, atını al gel.’ dedi. Atı getirdim, Andık Deresi’ne gittik. Hüsrev önden gidiyor, ben Üstad’ın yanında gidiyorum; Üstad atta… Dağın yamacında sarı sarı çiçekler açmış. Üstad, ‘Maşallah, maşallah! Muhammed, bak ne güzel dağları süslemiş.’ dedi. Dedim ‘Efendim, maşallah maşallah dediniz, ama buna sütleğen otu derler, koparıversen zehirli süt çıkarır!’ Üstad: ‘Evet, o zehir onun silahıdır, hayvanlar onu kırıp yiyemez, onunla hayatını muhafaza eder. Arının da silahı vardır…’ ‘Evet efendim’ dedim.”
KUŞLAR İÇİN VERİLEN YEM PARASI
Bediüzzaman Said Nursi, kuşları bilhassa tavus kuşlarını seyretmekten büyük bir keyif alırmış. Necmeddin Şahiner’in hazırladığı Son Şahitler kitabının altıncı cildinde hatıralarına yer verilen Dr. Mustafa Oruç Ramazanoğlu anlatıyor:
“1953 senesinde, Üstad Hazretleri ile Fatih’teki Yavuz Sultan Selim Camii’ne gitmiştik. Namazdan sonra Üstad Hazretleri, Yavuz Sultan Selim’in türbesini ziyaret etti. Çok içli ve hisli dualarda bulundu.
Orada büyük bir Bizans sarnıcı vardı. Bu ziyaretlerinden sonra, oradaki bahçeyi ve hayvanları da tefekkür ve temaşa etti. O büyük şahsiyeti izlemek, talebeleri için anlatılması mümkün olmayan bir lezzetti.
Sultan Selim’deki o su sarnıcının bulunduğu yere, ‘Çukur Bostan’ diyorlardı Üstad Hazretleri, o bahçedeki kuşları izlemekten büyük bir keyif almıştı. Tavus kuşlarını hayranlıkla seyre dalmıştı. Oradan ayrılıp giderken, kuşlara bakmakla görevli olan adama, o zamanın parasıyla iki buçuk lira ‘yem parası’ vermişti.
Ne zaman ziyaretlerine varsak, bizleri kesinlikle boş bırakmazlardı. En az on beş dakika, ders ve nasihatlerde bulunur ve bizlere mutlaka çay ikram ederdi.
Bizler genç talebeleri olduğumuz için sık sık ‘Kardeşlerim sıkılmayın, rahat oturun!’ derdi. Bu şefkat ve sevgi, tabiî bizlerinde çok hoşuna giderdi.”
Sadece Bediüzzaman değil bütün İslam âlimleri, tasavvuf büyükleri ve Allah dostları, hayvanlara şefkat ve merhamet göstermiş, sevgi beslemişlerdir. Öyleyse bize de düşen, onların yolundan gitmek ve bu şekilde hareket etmektir.