Gazeteci yazar ve tarih araştırmacısı Muhittin Nalbantoğlu’nun vefat haberini sosyal medyadan öğrendim. Gazeteci dostum Timuçin Mert, Nalbantoğlu’nun vefat haberini hesabında duyurduğu gece şöyle diyordu: “Baba dostu ağabeyimiz ustamız Bâbıâli’nin duayeni Muhiddin Nalbantoğlu’nu kaybettik. Allah rahmetiyle muamele eder inşallah. Timuçin Mert. 30 Aralık 2020”
Yeniçağ gazetesi yazarlarından olan Nalbantoğlu hakkında gazetede çıkan haberin başlığı şöyleydi: “Büyük tarihçi ve araştırma yazarı Muhiddin Nalbantoğlu’ndan kötü haber.” Haberin devamında şu satırları okuduk: “Ünlü araştırmacı yazar, büyük tarihçi Muhiddin Nalbantoğlu, 14 Aralık’tan bu yana korona virüs nedeniyle tedavi gördüğü hastanede tüm müdahalelere rağmen 85 yaşında hayatını kaybetti. Muhiddin Nalbantoğlu, 14 Aralık’ta korona virüs şüphesi ile hastaneye kaldırılmış ve ağırlaşmasının ardından entübe edilmişti. Geçtiğimiz günlerde kalbi duran ve hayata döndürülen Nalbantoğlu’nun bugün bir kez daha kalbinin durduğu ve tüm müdahalelere rağmen hayata döndürülemediği öğrenildi.”
Yazarımız, 30 Aralık 2020 Çarşamba günü Sarıyer’de Bahçeköy Mezarlığı’nda toprağa verildi.
KİTAPÇILAR ARASINDA BÜYÜDÜ
85 yaşında hayata veda eden merhum Muhiddin Nalbantoğlu, kitapçılar arasında büyümüş, ömrünü kitaplara adamış, sahaflarla yakın dostluk kurmuş iyi bir gazeteci, sağlam bir kültür adamıydı. En az 35 yıldan beri kendisini tanırdım. Ya Bâbıâli’de, ya sahaflarda veya gazetede karşılaşır, görüşürdük. Onunla en çok Yeniçağ gazetesinde karşılaşmış, oturup sohbet etmiştik. Ben de o zamanlar kültür yazıları yazıyordum. Odasında onu ziyaret eder, konuşmalarından istifade etmeye çalışırdım. Odası zaten bir sahaf dükkânı gibiydi. Kitaplar üst üste yığılı dururdu. Ne masa görünebiliyordu ne de sehpa, neredeyse tavana kadar kitap yığılı bir oda. Zaten o kitap âşığı, kitap sevdalısı bir insandı ve ömrü Bâbıâli’de irili ufaklı kitapevlerinde geçti.
RENKLİ VE BEREKETLİ BİR ÖMÜR
Muhiddin Nalbantoğlu on çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak 28 Nisan 1934 tarihinde Trabzon’un Akçaabat İlçesi’nde, eski adı ‘İle’, yeni adı ‘Akçaköy’de dünyaya geldi. Aile 1939’da İstanbul’a taşınınca Davutpaşa İlkokulu’nu, Gelenbevi Ortaokulu’nu ve Pertevniyal Lisesi’ni bitirdi. Bir süre çiftçilik yaptı. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde çalıştı. Sonra yayıncılığa geçti. 1951 yılının doğum gününde çalıştığı Türkmen Kitabevi’nden ayrıldı ve Bâbıâli’de yeni bir dünyaya yelken açtı. Ak Yayınları’nı 1961-64 yılları arasında yönetti. İstanbul Üniversitesi, Basın ve Yayın Yüksek Okulu’na kaydoldu. Bu bölümde üç yıl okuduktan sonra siyasete atıldı. Demokrat Parti İstanbul İl Teşkilatı’nın Gençlik Kolu’nda görev aldı. Adnan Menderes ve arkadaşlarını şehit eden askerî cunta tarafından 1960 ihtilâlinde tutuklandı, Toptaşı Cezaevi’nde, İhsan Sabri Çağlayangil ile aynı koğuşta uzun süre birlikte kaldı. Bu siyasi mağduriyetten sonra yayın dünyasına dönen Nalbantoğlu, Uğur Kitabevi’ni ve Muhit Yayınları’nı kurdu. Remzi Yayınevi’nde, Arkın Yayınevi ve Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nda çalıştı. Türkiye, Tercüman ve Yeniçağ gazetelerinde yazdı. Kitap tutkusu ve biraz da şakacı mizacı ve mübalağalı anlatımları ile tanınan merhum, çok geniş bir kütüphaneye sahipti. Hâl tercümelerini, tarih yazılarını, çocuk romanlarını, millî piyesleri derleyip kitaplaştırdı. Çok güçlü bir hafızaya sahipti. Bilhassa Mehmed Âkif ve İstiklal Marşı’na büyük sevgisi vardı bu konuda eser de yazdı. Safahat’tan birçok şiiri ezbere bildiği söylenirdi. Hatta bazı meclislerde Âkif’ten peş peşe şiirler okurdu. Ona ‘ayaklı kütüphane’ veya ‘ayaklı bibliyografya’ diyenler oldu. Daha ziyade edebiyat incelemeleri ve bibliyografya çalışmaları ile tanındı. Hikâye, şiir, eleştiri, bibliyografya, biyografi ve tarih üzerine yazıları İstanbul, Yelpaze, Düşünen Adam, Sanat Dünyası, Kalem, Hareket, Millî Hareket, Tercüman, Gençliğin Sesi, Anadolu, Ülkücü Öğretmen, Bilgi, Düşün, Millî Ziraat ve Ekonomi dergi ve gazeteleri başta olmak üzere pek çok yayın organında yer aldı. Sakarya’da yayımlanan günlük Yenidoğu gazetesinin iki yıl başyazarlığını yaptı ve kültür sanat sayfasını hazırladı.
ESERLERİ- Roman: Akdeniz Fatihleri (2004); Araştırma-Derleme: İstiklâl Marşımızın Tarihi (1964), Kurtuluş Savaşının Kahraman Çocukları (öykü antolojisi, 1972), Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı (1981), İnmeyen Bayrak (1981), Vatan Şiirleri (1984), Alparslan Türkeş ile Tarihi Konuşmalar (1986), Yüz Seçme Piyes (1988), Yahudilerin Nazi Avı (2004); Çocuk Kitabı: Akıncı Doğan Bey (1981), Altın Dere, Okul Hikâyeleri (1981), Anne Kalbi, Aile Hikâyeleri (1981), Aya Yolculuk (1981), Cengâver Kadı (1981), Ayşegül’ün Aklı: Millî Hikâyeler (1981), Barbaros Kardeşler: Türk Kahramanları (1981), Batu Han (1981), Çanakkale Aslanları (1981), Estergon Kalesi (1981), Çocuksuz Ülke (1981), Denizlerin Çocuğu Turgut Reis (1981), Doğruluk Armağanı (1981), Fatih’in Fedaisi (1981), Fedai Çocuklar (1981), Fedâkar Öğretmen (1981), Hakan’ın Rüyası (1981), Hilal ile Yıldız (1981), Anayurttan Destanlar (1981), Hükümdar ile Soyguncu (1981), Issız Ada (1981), İstiklâl Madalyası (1981), İzcilik Hatırası (1981), Kahraman Kız (1981), Kahraman Ayşe Nine (1981), Kardeş Sevgisi (1981), Kezban Nine (1981), Kuşun Öğüdü (1981), Küçük Şehit (1981), Küçük Mehmetçik (1981), Küçük Şehzade (1981), Küçük Avcı (1981), Mareşal Fevzi Çakmak (1981), Mimar Sinan (1981), Oğuz Han: Osmancık (1981), Örnek Çocuk (1981), Perili Köşk (1981), Rüyalar Ülkesinde (1981), Sakarya’nın Kızı (1981), Sarı Efe (1981), Serhatlerin Çocuğu (1981), Sihirli Takke (1981), Şehit Öğretmen (1981), Timuçin (1981), Türkistan Hikâyeleri (1981), Vatan Uğruna (1981), Vatan Fedaisi (1981), Yıldırım Kemal (1981), Yiğit Çocuk (1981), Yüzbaşının Oğlu (1981), Zafer Sancağı (1981), İstanbul: Seçme Masallar (1981), Fareli Köyün Kavalcısı: Dünyadan Masallar (1981), İstanbul’u Nasıl Aldık: Tarihimizden Destanlar (1981), Vatanımızın Hikâyesi (1982), Resimli Türk Tarihi (1982), Resimli İlk Kurşunun Hikâyesi (1982), Küçük Postacı (1981), Atatürk Haftası-10 Kasım (1982), Çocuk Fıkraları (1984), Çocuk Şiirleri (1984), Fatih Sultan Mehmet: Çocukluğu, Gençliği, Zaferleri (1987), Kağnı Seslerinden Zafer Marşlarına (1992), Küçük Efe (1992), Şehit Fadime (1992), Şehidin Yavrusu (1992), Şehidin Armağanı (1992).
BÂBIÂLİ’NİN SAĞLAM HAFIZASI
Mekânı Bâbıâli olunca tanımadığı meşhur kimse neredeyse yoktu. Akademisyenler, yazarlar, şairler, kitapçılar, gazeteciler hepsi onun yakın dostuydu. Bir ara hususi sohbetimizde Nihad Sâmi Banarlı’yı anlattı, Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve İlhan Ayverdi’den hatıralar nakletti, Ömer Faruk Akün Hocamızın Orhan Şaik Gökyay ile bir nüktesini hiç unutamıyorum. Akün Hoca bir sohbette yazdığı edebiyat tarihini ileride neşrettireceğini söyleyince Gökyay Nalbantoğlu’na, “Ömer Faruk Bey, galiba insanoğlunun ömrünün 300-400 sene olduğunu zannediyor.” diye Hoca’ya takılmış. Kubbealtı’nda çalıştığım dönemde rahmetli İlhan Ayverdi’nin 35 yılda hazırladığı ve başında bulunduğu Misalli Büyük Türkçe Sözlük (Kubbealtı Lugatı) sırasında bir hayli görüştük Muhiddin ağabey ile. Vakfa geldi, sözlükten kendisine hediye ettik. Lugat hakkında güzel bir yazı yazdı. Bir ara Necati Gültepe ile bir televizyon programında dinledim kendisini. Tarih 11 Kasım 2020 idi. Nalbantoğlu, orada kendi dükkânında ilk defa Nihal Atsız ile Yaşar Kemal’i tanıştırdığını söylemişti. Fikren birbirine zıt bu şahsiyetleri tanıştırması ilgimi çekmişti.
DÜZENLEDİĞİMİZ SOHBETE KATILMIŞTI
Geçmişte ESKADER olarak Bâbıâli Sohbetleri’ni yapıyorduk. Bunların 214’ncüsünü ona ayırmıştık. Aramış davet etmiştim. Kabul etmişti. Benim Yönettiğim bu toplantıda konu “Bâbıâli’de Tanıdığım Ünlüler”di. Kolay değil 65 yıllık basın, yayın ve kültür mazisini anlatacak, gördüğü, tanıdığı ve sohbet ettiği meşhurlar hakkında hatıralarını bizimle paylaşacaktı. Geldi ve tanıdığı meşhur şairleri, yazarları, romancıları, gazetecileri, yayıncıları velhasıl Bâbıâli’nin bütün ünlü simalarını anlattı. Bu özel sohbeti kaçırmak istemeyen meraklılar da salonu doldurmuştu. Gelenler arasında bir dargın bir barışık olduğu Aydil Erol abimiz de vardı. Uzaktan karşılaştıklarında nasıl birbirlerine karşı gardlarını aldıklarını hatırlıyorum. İki büyüğümüzün yaşları birbirine yakındı ve hizmetleri çok olmuştu. 9 Ekim 2014 Perşembe günü saat 18.00’de başlayan toplantıda hakikaten muazzam bir Bâbıâli rüzgârı esmişti.
“BÂBIALİ TERBİYESİ BOZULDU”
Efsane gazeteci yazarımız, tanıdığı simaları anlatırken, “1945-65 yılları arasında altın günlerini yaşayan Bâbıâli terbiyesi yok oldu.” demişti. Takdimini yaptığım toplantıyı Ahmet Yabuloğlu idare etmiş, toplantı notlarını Elif Sönmezışık almıştı. Nalbantoğlu, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Ahmet Kabaklı’dan Halide Edib Adıvar’a dek, tarihe mal olmuş yazar ve şairlerimizle ilgili Bâbıâli hatıralarını nakletmişti. İstanbul’un bilhassa 1950’li yıllardan itibaren aldığı göçler neticesinde sosyal dokusunun değişmeye başladığına işaret eden büyüğümüz, Bâbıâli’nin bu olumsuz değişimden en büyük payı aldığını bilhassa vurgulamıştı. Nalbantoğlu’nun samimi ve nükteli anlatımı ile renklenen program, edebiyatseverler ve Bâbıâli müdavimleri tarafından sonuna kadar dikkat ve ilgiyle takip edilmişti.
O gün toplantıyı açarken, “Muhiddin ağabeyimiz, Sahafları en çok ziyaret eden ve günümüzde Bâbıâli’yi en iyi tanıyan, gözünü bu semtte açmış ve 70 yıldır muhitten kopmamış bir yazarımız. Birkaç dakika bir araya gelseniz, birçok şey öğrenebilirsiniz. Sanki birkaç insan ömrü yaşamışçasına bilgiye sahiptir.” demiştim.
OSMANLI’NIN KALBİ
Birçok kişinin Bâbıâli denince, bir gazete semti olarak algılandığını ve bunun büyük bir yanılgı olduğunu dile getirerek sözlerine başlayan Muhiddin Nalbantoğlu, “Bâbıâli yüksek kapı demektir. Yani dünyadaki son imparatorluğun, Osmanlı’nın merkezidir. Bütün Osmanlı coğrafyasının kalbi bu semtte atardı. Ve imparatorluğunun her köşesine gönderilen evrak, gazeteler bu küçücük semtten çıkardı.” demişti. Gazetelerin zamanla taşınarak Bâbıâli’nin yayıncılara kaldığını anlatan Nalbantoğlu, kitapçıların Bâbıâli’ye yakıştığını ve kültür merkezi hâline getirdiğini ifade ederek sözlerine şöyle devam etmişti:
“Esas kültür çevreleri kitapçılardır. Bâbıâli’de şimdi izi bile kalmayan 1940’lı yılların ortalarında 8-10 kadar büyük kitapçı vardı. Ben o sıralarda matbaada çıraklık yapıyordum. Dayım Vasfi Mahir Kocatürk’ün kitaplarını o yıllarda Ahmet Halid Kitabevi’nin sahibi Ahmet Halid basıyordu ve ben de onun yanına girmiştim. Beni ona dayım götürmüştü. Bâbıâli o devirde bir âlemdi. Çünkü kitapçılar kültür hareketliliğinin merkeziydi. Kitapçılar aynı zamanda kültür mahfiliydi. Öyle kişiler gelirdi ki burada yalnızca beşte birini sayabilirim. 1953 yılıydı, okul zamanıydı. Beni yoğunluktan ötürü yardımcı olmam için satış merkezine gönderdiler. O sırada Babam Sultan Aldülhamid kitabını soran kibar bir beyefendi çıkageldi. Ben mevcut olmadığını ancak çok güzel bir kitap olduğunu söyleyince, o beyefendi ‘Annemin eseridir.’ dedi. Onun Prens Ömer Nabi Bey olduğunu anlamıştım. Bunu söyleyince kendisini nasıl olup da tanıyabildiğimin şaşkınlığını yaşadı. 10 yaşında Türkiye’den kovulmuş, 65 yaşında ilk defa Türkiye’ye gelebilmişti. Kalabilmek için yalnızca birkaç saat izni vardı. Kendisini Fatih Sultan Mehmed’e benzetmiştim. Onunla vefatına kadar dostluğumuz devam etti.”
TARİHE MALOLMUŞ YÜZLER…
Yayınevinde çalıştığı günlerde mekânın birçok önemli ziyaretçiyi ağırladığını anlatan Muhiddin Nalbantoğlu, Ali Fuat Cebesoy, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Bahattin Ögel, İbrahim Kafesoğlu, Zeki Velidi Togan, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nu bu vesile ile tanıdığını kaydetmişti. Halide Edib Adıvar’ı 1952’de tanıdığını belirten Nalbantoğlu, Halide Edib ve Adnan Adıvar ile ilgili hatıralarını da aktarmıştı o gün. Adıvar kitabevine geldiğinde birçok yazarın onu görmeye geldiğini anlatmış, romancının insanlardan büyük saygı gördüğünü söylemiş, bütün eserlerinin Ahmed Halid tarafından basıldığını ve Sinekli Bakkal’ın basılışının ardında iki yılda 14 baskı yaptığını söylemişti. Nihad Sâmi Banarlı’dan da bahsetmeyi ihmal etmeyen Nalbantoğlu, Necip Fazıl ile ilgili hatıralarını aktarırken şunları söylemişti:
“NECİP FAZIL İLE ASKERÎ KIŞLA’DA BİRLİKTE KALDIK”
“Necip Fazıl 27 Mayıs’ta sorgulandı. Kendisi ile Davutpaşa’daki Askeri Kışla’da birlikte kaldık. Koğuşumuzda Faruk Nafiz Çamlıbel de vardı. Koğuşa gelip giden milletvekilleri Necip Fazıl’dan şiirlerini okumasını isterler, Sultanü’ş-Şuara da onları terslerdi. Kitap gazete yasaktı. Koğuşumuz çok renkliydi. Birkaç şair daha vardı aramızda. Necip Fazıl 123 şiirini o hapishane günlerinde yazmıştır ve o şiirleri bugün en bilinen şiirleri arasındadır. Hapishane günlerinde bana birçok şiirinin hikâyesini de anlatmıştır. Ama Necip Fazıl’ı daha önceden, 14- 15 yaşlarında tanıdım. Necip Fazıl da Yahya Kemal de Nihad Sâmi de güzel şiir okumazdı. En güzel şiir okuyan şair, Orhan Şaik Gökyay’dı. Yeni İstanbul gazetesinde Necip Fazıl köşe yazmaya başladığında gazetenin Arif Nihat Asya, Münevver Ayaşlı, Tarık Buğra, İsmail Hâmi Danişmend gibi isimlerin de arasında bulunduğu müthiş bir kadrosu vardı.”
SEMTİN TERBİYESİ BOZULDU
Yahya Kemal’i bir tartışma esnasında tanıdığını söyleyen Nalbantoğlu, bilinenin aksine Yahya Kemal’in yaşarken bir kitabının yayımlandığını ve Yirmi Dört Şiir ve Leylâ adını taşıdığını kaydetmişti. Yahya Kemal’in sohbet meclislerinde anlattıklarını, bazı şiirlerinin hikâyelerini ve kendisi ile yaşadığı birkaç hatırasını aktaran Nalbantoğlu, “Yahya Kemal yaşarken dahi hakkında yazılan her şey büyük itibar görürdü. Yahya Kemal, Dede Efendi Hacı Ârif Bey gibi bestekârlara hayrandı. Onun devrinin bestekârları ise Münir Nurettin Selçuk ve Süleyman Erguner’di. Ancak Münir Nurettin’in birçok bestesini beğenmezdi. Müşkülpesent birisiydi.” dedi. Bâbıâli’nin yaşadığı dönüşüme de temas eden Muhiddin Nalbantoğlu, “Bâbıâli’nin en şaşaalı dönemi 1945-65 yılları arasındadır. 65’ten sonra gazeteler terk etmeye başladı ve Bâbıâli’nin terbiyesi bozuldu. O zamana kadar gazetelerde çalışanlar, mürekkep ve kâğıtla uğraşmış olur ve çıraklara kadar herkese beyefendi, hanımlara hanımefendi diye hitap edildi.” diyerek konuşmalar kabalaştıkça, Bâbıâli’nin istisna saygınlığını da yitirdiğini ifade etmişti. Program, Ertuğrul Arpat’ın okuduğu Kur’an-ı Kerim’in ardından çekilen hatıra fotoğrafları ile son bulmuştu. Hakikaten tadına doyulmaz, unutulmaz bir kültür akşamı yaşamıştık.
2038’E KADAR YAŞAMAK
Muhittin Beyin vefatından sonra başsağlığı dilemek gazetenin İcra Kurulu Başkanı arkadaşım Ahmet Yabuloğlu’nu aradım. Telefonda bir hayli konuştuk ve büyüğümüzden hatıralar paylaştık. Muhiddin abi ile son görüşmelerimizden birisini Yabuloğlu’nun odasında yapmış, hatıra fotoğrafları çektirmiştik. Ahmet Bey, yazarımızın odası dolup taşınca bir mekân bulmuş ve kitaplarını oraya nakletmişti. Tabii büyüğümüz durur mu, her gün sahafları dolaşarak kendisine tahsis edilen daireyi de kısa zamanda kitapla doldurmuş. Nitekim son görüşmelerimizden biri Üsküdar Belediyesi’nin düzenlediği Sahaf Fuarı’nda olmuştu. Kitaplara dalmış, seçiyordu. Ahmet Bey, bir hatırasını anlattı ki ilginç:
“Ben de yakın dostları gibi ona ‘Muhiddin abi artık otur kitaplarını yaz, bak bilgi insanla gidiyor. Hepimiz fani insanlarız. Allah geçinden versin emr-i Hak vaki olursa ne olacak?’ derdim. Bana derdi ki: “Ahmetçiğim hazırlıyorum, tasarlıyorum 100 kitap hazırlıyorum. Hepsini de 2038 yılına kadar tamamlayacağım.’ Peki o zamana kadar yaşamanın garantisi var mı? soruma da: ‘Ahmetciğim, Cenabı Hak iyi niyetli insanların ömrünü temdid eder, (müddetini, süresini uzatır). 2038’e 18 yıl kala ebedî âleme göç etti. Allah rahmet eylesin.”
“BÂBIÂLİ’NİN GAYR-I RESMİ MUHTARI”
Çok kıymetli gazeteci yazar rahmetli Ahmet Güner Elgin de Marmaratörleri anlattığı Marmara Kitabeleri’nde Muhiddin Nalbantoğlu büyüğümüzden şöyle bahsediyor:
“Muhiddin Nalbantoğlu’nun birkaç ev dolduracak kitabı, belgesi, arşivi ve kupurleri vardı. Bu zengin arşiv birkaç kez yağmur yemiş, yangın tehlikesi atlatmış, hatta uzun süre kendi hâline bırakılmaktan ciddi hasarlara da uğramış olsa, yine mevcut özel arşivlerin en değerlisiydi. Marmaratörler, profesörler de dâhil, herhangi bir kitabı nereden temin edeceklerini Nalbantoğlu’na sorar, çok kere onun aracılığıyla bunları sağlarlardı. Türkiye’nin şu anda en zengin yazma divan koleksiyonuna sahip ismi Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu da bu konuda Nalbantoğlu’nun bilgisinden yararlanmıştı. Nalbantoğlu, Bâbıâli yokuşunun gayrı resmî muhtarıydı. Hangi sene, hangi ay fark etmezdi. Meşrutiyet’ten bu yana kim, nerede dükkân açmış, hangi kitapçı ne basmış, yerine kimi bırakmış, hangi dükkânda daha evvel kim vardı… hepsini yılıyla, ayıyla, neredeyse günüyle söylerdi. Tüm yazar çizer takımını tanır, Yokuş’taki tanınmış kitabevlerinin hemen hepsinde bir süre çalıştığı için en ünlü yazarlarla bile senli-benli konuşurdu. Siyaset onu ilgilendirmezdi. Eğer, sohbetin konusu ile ilgili daha önce bir veya birkaç kitap yayınlandıysa, hemen devreye girer, gerekirse o kitaplardan paragraflar okurdu. Onun uzmanı olduğu konular vardı. Nalbantoğlu belki her konuda konuşmaz, kenarda dinlerdi ama sıra İstiklal Savaşı konularına ve hele hele Mehmed Âkif'e gelince kimseye söz bırakmazdı. Mehmed Âkif onun hobisi idi. Onun hayatı ile ilgili, neredeyse her günü bilir, İstiklal Marşı’nın nasıl yazıldığı, nasıl bestelendiği gibi detaylarda ise dünya çapında bir uzman olduğunu her zaman gösterirdi.”
“BÂBIÂLİ BİR ÂLEMDİ”
Akademisyen Cem Sökmen, Muhittin Nalbantoğlu’ndan sosyal medya hesabında yazarımızla yaptığı röportajdan bir bölümünü paylaştı. Bu mülakatta yazarımızın hayatından önemli kesitlere ve kıymetli hatıralarına yer veriliyordu, şöyle ki:
“Türkiye Yayınevi’nin sahibi rahmetli Tahsin Demiray öğretmendi, ‘Le Play Sosyolojisi’ üzerine çalışmalar yapmış bir insandı. Babamın da yakın dostuydu. Bu dostluk sayesinde ilkokul yıllarında Bâbıâli’de bulunan kitapçı dükkânlarını tanıma imkânı buldum. Ve dördüncü sınıfın yaz tatilinde Türkiye Yayınevi’nde çalıştım. İlkokul bittikten sonra da aynı yayınevinde devamlı çalışmaya başladım. Bu yıllarda ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirdim. 1945-46’dan 1964’e kadar Türkiye Yayınevi, İnkılap Kitabevi ve Remzi Kitabevi’nde çalıştım. 1964 yılında Bâbıâli’de Ankara Caddesi üzerinde 64 numarada Uğur Kitabevi’ni kurdum. Aynı yıllarda Muhit Yayınları’nı da kurdum, bir yandan perakende kitap satışıyla, bir yandan da kitap yayınıyla meşgul oldum.”
YAHYA KEMAL’DEN MEHMET KAPLAN’A
Nalbantoğlu ile Cem Sökmen’in yaptığı röportajın şu bölümü de son derece değerlidir, okuyalım:
“Aralarda dergi ve gazetelerde de çalıştım. Sedat Simavi’nin Yedigün dergisinde çalışırken bir gün kendisine Mehmed Âkif’in sadece bir defa yayınlanmış bir fotoğrafından bahsettim. ‘O resmi hemen bana bul.’ dedi. Gösterdiği alakaya şaşırdığımı anlayınca ‘Delikanlı, bazen bir tek resim bir sayfa yazıdan beliğdir.’ dedi. Bunu rahmetli Niyazi Ahmet Banoğlu’na anlattığımda ‘Bizim patronun atasözü gibi sözleri çoktur ama bu hepsinden güzel.’ demişti.
1940’ların sonunda bir gün Yahya Kemal’i bir kitabevinde gördüm. Yazar ve yayıncı dostlarıyla sohbet ediyordu. Uzun sohbetin içinde bir şiirini onun huzurunda ezberden okuma fırsatını buldum. Çok memnun oldu ve kulağa küpe cinsinden sözlerle beni taltif etti: ‘Bak delikanlı bu Bâbıâli nedir biliyor musun? Burada bir sene icrayı meslek eyleyen bir üniversite bitirmiş gibi olur.’ dedi. O zamanki Bâbıâli’de Refik Halit, Yusuf Ziya Ortaç, Halide Edip, Nizamettin Nazif gibi isimlerle karşılaşmak bir yayınevinde veya kitabevinde onların sohbetini dinlemek mümkündü. Zaman zaman Mehmet Kaplan’ı üniversiteden çıkacağı saatlere yakın ziyarete gider, onunla birlikte Laleli’den Sirkeci’ye kadar yürüyüşler yapardım. Ne sorarsam cevap verirdi. Esasen insan da böyle yetişir. Bir yandan okumakla ama bir yandan böyle değerli isimlerin etrafında bulunmakla…”
NAZIM TEKTAŞ’IN ONA YAZDIĞI ŞİİR
Muhiddin Nalbantoğlu’nun vefat haberini sosyal medya hesabımda paylaştıktan sonra birçok dostumdan taziye satırları ve rahmet dilekleri geldi. Onlardan biri de merhumun yakın ve kadim ahbabı Burak Yayınları’nın sahibi, şair ve yazar ağabeyimiz Nazım Tektaş’a aitti. Nazım Bey, yıllar önce Nalbantoğlu’na bir şiir yazdığını, bunu kendisine okuduğunu, Muhiddin Beyin şiiri çok beğendiğini belirtmişti. Şimdi de “Bir Neşeli Muztarip” başlıklı bu hoş portre şiiri okuyalım:
Neresinden, nasıl başlayayım bilmem ki
Boyu kısa, sesi ince, saçları kır
Tanıdığım en mütevazı bülbül o
Her yerde, her zaman, herkese şakır
Şöyle bir, kuşbakışı tasvirine dalsam
Biraz gördüğümden, biraz duyduğumdan alsam
Özeti bir büyük roman olur
Bu neşeli mustaribin her anı
Kerem’in hayatından, zannımca yaman olur
O da, türlü yaşlardan geçip altmışa gelmiş
Odunsuz, sobasız bir kışa gelmiş
Gönlündeki ısıyı yazdan sanıyor
Vaktinde yaşamamış gençliğini
Gençlere yazmakla oyalanıyor
Bir ahu gözlüsü olmamış bu güne kadar
Nikâhını bir ev dolusu kitapla kıymış
Ne oğlu, ne kızı, ne de eşi var
Hâlâ ablasından içer kahveyi
Bir de, çamaşırını yıkayan kardeşi var
Binlerce kitap yazılı kafasında
O küçük bedenle nasıl taşır, bilinmez
Modern çağın disketleri silinir amma
Onun hafızası silinmez
Aşkı, sevinci, neşeyi
Öğrenmede, bilmede bilmiş
Hele ‘tarih’ denince sel olup coşar
Bilse ki, nadir kitaplar ahrette
Azrail gelmeden, ecele koşar…
Kültür hayatımızın en renkli simalarından biri olan Muhiddin Nalbantoğlu asla unutulmamalıdır. Kitapçılığımıza, yayıncılığımıza, gazeteciliğimize, edebiyatımıza ve kültür tarihimize yaptığı hizmetler göz ardı edilmemelidir. Hakkında tezler ve kitaplar hazırlanmalı, ismi memleketinde bir sokağa veya kültür merkezine verilmelidir.
Şu fani dünyada hepimiz ölümlüyüz. Vadesi dolan, daveti alan Muhiddin ağabeyimiz de sonsuzluk kervanına katılıyor ve ahiret yolculuğuna başlıyor. Bize şimdi düşen görev, ona dua etmek, hizmetlerini anmak, kendisine rahmet dilemektir. Allah taksiratını affetsin, ruhu şad, kabri nur, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. Ailesine, meslektaşlarına, dostlarına, sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyorum. İyi ki seni tanıdım Muhiddin ağabey, uğurlar ola!
Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.