Bir fikir, dava, inanç ve aksiyon adamını daha ahirete uğurladık. 27 Ağustos 2021 tarihinde Rabbine kavuşan yazar Atilla Özdür, Zeytinburnu Merkez Efendi Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Yenikozlu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Atilla Özdür, Yeni Akit gazetesindeki köşesinde düşüncelerini yazıyordu ama pek sohbet meclislerine katılmıyordu. Keşke diğer büyüklerimize gittiğimiz gibi bir gün onu da arkadaşlarla evinde ziyaret edip hatıralarını dinleyebilseydik. Ona, hislerine ve ideallerine daha aşina olabilseydik. Tabii artık bu sadece bir keder ve üzüntü vesilesidir. Zira büyük şahsiyetler geniş toplumlar tarafından tanınmaz, bilinmezler. Bu fani dünyada ilham aldıkları esaslı itikat, bağlandıkları yaşama tarzı ve yaslandıkları kalemleri var sadece… Bunun için gençlere her zaman tavsiyelerde bulunuyorum: “Lütfen yaşayan değerlerimizi arayın, hatırlarını sorun, mümkünse onları ziyaret edip hatıralarını dinleyin, tavsiyelerini alın. Sizin için en büyük kazanç bu olacaktır. İleride huzur duyacağınız davranışlar bunlar olacaktır, aman ihmal etmeyin.” Diyorum ama dinletebiliyor muyum, bilemem. Bazı gençler bu sözlerim üzerine hevesleniyor ve büyüklerini ziyaret ediyorlar. Yazı kursunda bazı talebelerle başta Sezai Karakoç üstadımız olmak üzere ziyaret ettiğimiz kalem erbabı ağabeylerimiz oldu, şükürler olsun.
MESAİ ARKADAŞLARI ANLATIYOR
Vefatının hemen ardından Prof. Dr. Sefa Saygılı, Yeni Akit gazetesindeki köşesinde, 27 ağustos 2021 tarihinde “Atilla Özdür Abimizin Ardından” başlığı altında şu satırları yazdı:
“1980’lerden beri tanışır ve yakın dostluk ederdik. Çileli bir hayatı olmuştu. Melek tabiatlı, merhametli ve içli biriydi. Çok sevdiği eşi vefat edince çok üzülmüş, bayağı sarsılmıştı. Gazetemizdeki yazıları kıvrak bir zekânın, geniş bir hayat tecrübesinin, sağlam bir imanın ve engin bir kültürün ürünüydü. Son günlerine kadar yazdı. Rabbim merhametiyle muamele buyursun…”
Birlikte çalıştığı gazeteci, Yeni Akit Yazı İşleri Müdürü onun 28 Şubat mağduru olduğunu anlattığı yazısında, bakın Atilla Özdür için ne söylüyor: “Hayatın içinden bir abimizdi. Otobüse binip, metroya binip, her gün o toplu ulaşım araçlarını kullananların hayatını görüp, yazılarına aksettirirdi. Sırça köşklerde oturup, kalem oynatanlardan değildi. Kimseye eyvallahı yoktu. Zaman zaman, gazetedeki genel kanaate biraz espri ile biraz ciddi olarak, eleştiri getirirdi. Kırmadan, dökmeden, düşüncelerini okuyucusu ile buluştururdu.”
Bâbıâli’nin bu gönüller kazanmış şahsiyetine dair anlamlı yazılardan birini de Milat gazetesi yazarı Serdar Arseven kaleme aldı. “Atilla Özdür Ağabey’i Okumayan var mı?” başlıklı samimiyet ve sevgi dolu yazıyı bulup okumanızı isterim.
1933 yılında Bursa’da dünyaya gelen yazarımız, 1951 senesinde Bursa Erkek Sanat Enstitüsü Marangozluk Bölümü’nden mezun olmuş, Kara ve Hava Kuvvetleri birliklerinde astsubay olarak görev yapmış ve 1972 senesinde emekliye ayrılmıştı. Gazete yazarlığına Mehmed Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde Fazıl Erdemli müstear ismiyle başladı. Daha sonra 1973-77 ve 1980-84 yılları arasında Millî Gazete’de çalıştı. Vakit ve Akit gazetelerinin ardından son olarak Yeni Akit gazetesinde köşe yazarlığı yapıyordu. Aynı zamanda İngilizceden makale ve kitaplar tercüme etmişti. Neşredilmiş eserleri arasında İslam ve Toplumun Çağdaş Ekonomik Görünümü, ile okuyucular tarafından büyük ilgi gören Uçkurlu Potur da bulunuyor. İsmail Raci Farukî’nin İslam ve Siyonizm isimli eserini de Türkçeye tercüme etmişti.
ZÜBEYİR YETİK’İN HASSASİYETİ
Eski dava adamları birbirlerinin kıymetini bilir. Bu yönleriyle de bize her vakit örnektirler. Bir ara Atilla Özdür hastaneye kaldırılınca, Zübeyir Yetik büyüğümüz sosyal medya hesabındaki köşesinde “Atilla Özdür Hastanede” başlığıyla 12 Aralık 2014 tarihinde şu mesajı yayımlamış ve dostlarını durumdan haberdar etmişti: “Sevgili dostum Yazar Atilla Özdür, cumartesi gecesinden beri İstanbul Eğitim ve Araştırma (Eski SSK Samatya) Hastanesi Nöroloji Servisi’nde 25 numaralı odada yatıyor. Mehmet Avcı ve Enver Beşinci dostlarımla birlikte her ziyaretimizde kendisini biraz daha iyi durumda buluyoruz, elhamdülillah. Öyle ki, taburcu edilir de, doğrudan doğruya bu haberi iletirim umudundaydım. Ama öyle görünüyor ki, bir süre daha hastanede kalacak… Bu yüzden, ziyaret edecek dostlarını haberdar etmek niyetiyle durumu aktarmak istedim…”
Zübeyir Yetik bu notla birlikte merhumla birlikte çekilmiş bir fotoğrafını da paylaşmıştı.
UNUTULMAZ SAYGI GECESİ
Bazı programlar vardır ki hakikaten unutulamaz. İBB Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü tarafından 10 Aralık 2014 tarihinde düzenlenen “Bir Nesli Yoğuranlar” başlığı altındaki “Gazeteci Yazar Atilla Özdür’e Saygı Gecesi” muhteşem olmuştu. Ali Emiri Efendi Kültür Efendi Kültür Merkezi’nde gerçekleşen geceye merhum yazarımızın bütün yakın dostları gelmişti. O bir vefa ve şükran gecesiydi. Programın başında Atilla Özdür’ün hayatının anlatıldığı bir video gösterilmişti. Ardından yazarımızın yakın dostları bir panelde onu anlatmışlardı. Abdurrahman Dilipak’ın yönettiği toplantıda Zübeyir Yetik, Mustafa Yazgan ve Yılmaz Yalçıner konuşmuştu. Programın sonunda Özdür’ün 1996 yılından 2013'e kadar kaleme aldığı makalelerinden derlenerek hazırlanan Uçkursuz Potur adlı kitabı katılımcılara hediye edilmişti. Toplantıdaki konuşmalara döneceğiz ama önce yazarımızın ibretli hayat hikâyesini okuyalım.
MACERALARLA DOLU BİR HAYAT
Yazar Atilla Özdür, maceralarla dolu şahsi hayatını ve aile hayatını şöyle anlatıyor:
“1933 yılında doğmuşum, Mayıs ayının yirmi altıncı günü. Bursa’da, Emir Sultan Mahallesi’nde; Emir Sultan Hazretleri’nin manevi şemsiyesinin altında, sakin bir bölgede. Annem Cumalıkızık Köyü’nden, Oğuzların ‘Kızık’ boyundan gelme. Babam Kırım kökenli. Ailesi Kırım Harbi esnasında Kırım’ı terk etmek zorunda kalıyor ve Romanya’ya gidiyor. Bir süre sonra babası, yani dedem, Romanya’dan Edirne’ye geliyor. Babam Edirne’de doğuyor. Edirne’yi de çok beğenmiyorlar, orada bir süre kaldıktan sonra Bursa’ya geliyorlar. Çocukluğum Bursa’da geçti. İlkokul birinci sınıfa, Mustafakemalpaşa İlçesi’nde başlamıştım.
Babam yakışıklı bir delikanlı. O zamanın modası ‘bob stil’… O bob stil giyinir, o havalardan geçer. O zamanın kadınları için cebri giyim kuşam tarzı ‘başı açıklık’tır. Annemin de başı açıktır, hatta şapkası vardır. O şekilde bir aile içinde doğmuşum, büyümüşüm, yetişmişim. Sonra, babam aynı zamanda berberdir. O dönemin meslek kurslarına katıldığı için ‘tesisat elektrikçiliği’ sertifikası da almıştır. Bursa’da Kayhan Çarşısı’nda küçük bir berber dükkânı vardı. Daha sonra Mustafakemalpaşa’ya göç etmek ihtiyacını hissetmişler, herhâlde dükkândan beklediklerini alamayınca. Mustafakemalpaşa Belediyesi’nin elektrik santralinde ‘fen memuru’ olarak çalışıyordu.”
KİRMASTI DERESİ TAŞTI, EVİMİZİ SU BASTI
Atilla Özdür, başlarına gelen bir felaketi anlatırken o günleri yaşıyor gibidir:
“Annem kardeşimin doğumu için Bursa’ya geliyor, gece yarısı ben tek başıma yatıyorum evde, babam da santralde görevde. Birdenbire ellerimden ve ayaklarımdan dürtüldüm, uyandım; uyandırıldım. Bir baktım babam. Hemen tuttu kolumdan beni, yandaki komşumuzun evinin üçüncü katına çıkarttı. Dışarıya çıktığımız zaman diz kapaklarımıza kadar su içerisindeydik. Meğer Kirmastı Deresi taşmış ve tarihinde o güne kadar görülmedik biçimde bir sel hâline gelmiş. Orada kaldık. Sabahleyin uyandığımızda bir baktık ki, evimizin yerinde yeller esiyor, hiç kimseler yok. Ne ev var, ne kalıntıları… Ne eşya var, ne bir şey var… İşte, don-gömlektik zaten, Bursa’ya dönmek zorunda kaldık.
İkinci sınıfı Bursa’da okudum. Alman Harbi sırasında İstanbul halkı daha emniyetli bir bölge olarak dışarıya, Anadolu’ya taşınıyorlardı. Biz de tersine bir hareketle Bursa’dan o tehlikeli bölgeye gidiyoruz. Babam Kasımpaşa Tersanesi’nde iş buluyor, orada çalışıyor. O sıralarda da ekmek karneye bağlandı bir dönem. Sıkıntılarımız var tabii, had safhada; ekmeğimiz yetmiyor… Kefen bezinden tutun, çanak çömleğe varıncaya kadar her şey tahsise tabii; karne ile veriliyor. Ekmek yetersizliğinden ötürü de devlete güveniyoruz; devlete güvenmek zorunda kalıyoruz. Babam da devletin tersanesinde çalıştığı için Taksim İlkokulu’ndan kalkıyorum, Azapkapı’ya iniyorum yürüyerek; oradan tersaneye gidiyorum, öğlen yemeklerini babamla birlikte yiyoruz. Sonra harp bitti.
Harp bittikten sonra biz Bursa’ya döndük. Dördüncü ve beşinci sınıfı da Bursa’da okudum. O sıralarda işte beni kendisine bağlayan, beni cezbeden, beni hayran bırakan iki hadise vardı. Birisi, güreşçilerimizin Londra Olimpiyatları’ndan seri hâlinde altın madalya ile dönmeleri. İkincisi ise Kunuri Savaşı. Ben bunlara özendim; madalyaya özendim. Güreşçi olmak istesem, olamayacağım, onun altyapısı bende yok; zayıf, çelimsiz bir çocuğum. Onun üzerine dedim ki, ‘Asker olayım! Hiç olmazsa Kunuri’ye giderim; ya şehit olurum, ya da gazi!”
GÖNÜLLÜ KORE GAZİSİ
Atilla Özdür’ü okulu bitirdikten sonra asker olarak görürüz. Askerliğe o kadar kendini vermiş ki, gönüllü olarak Kore Savaşı’na gider ve Kunuri’de harbe katılır. O yılları yine kendisinden dinliyoruz:
“Okulu bitirdim. Okulu bitirdikten sonra da, o aşk beni Kara Kuvvetleri’nin bünyesine attı; asker oldum. Halıcıoğlu’nda, Osmanlı döneminin son zamanlarında Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından kurulan mühendishanede, iki sene eğitim gördüm ve astsubay rütbesiyle orduya katıldım. Orduya katılmaya giderken dedemin bir sözü vardı bana: ‘Oğlum’ dedi, ‘Gideceğin yer, Peygamber Ocağıdır. Sakın ha, zinhar, Peygamber Ocağında o Peygamberin izinden ayrılmayasın! O Ocağa ihanet etmeyesin! Vazifelerinden kaytarmayasın! Herhangi bir hastalık bahanesiyle kaytarmaya kalkarsan, eninde sonunda o bahane ettiğin hastalık seni bulur!’ Ve ben bu kural mucibince, dedemin vermiş olduğu bu direktife uyarak askere gittim ve hiçbir zaman yan çizmedim. Aşağı yukarı altı-yedi ay kadar Diyarbakır’da kaldık. Ondan sonra, gönüllü olarak Kore’ye gittim. Zaten arzu ediyordum. Daha okuldayken, sivilken, gönüllü olarak Kore’ye gitmek istiyordum. Beşinci kafile ile gönüllü olarak Kore’ye gittik. Orada uzun süre kaldık. Bir sene orada kalış, iki ay da gidiş-geliş sürdü; toplam on dört ay. Ondan sonra döndük, Hadımköy’e geldik. Hadımköy’deki Kara Kuvvetleri İstihkâm Birliği’nde iki sene kaldıktan sonra, Kara Kuvvetleri bünyesinde bir imtihan açıldı yeni kurulacak birlikler için. Amerika’ya gönderilmek üzere personel seçilecekti. İmtihana girdim, kazandım. Ve gittik. Amerika’ya gittiğimizde bizim kaşımızdan, gözümüzden, retinamızdan, parmak izlerimizden, vücudumuzun sağından solundan, cepheden fotoğraflarımız çekildi ve arşivlendik Amerikan İstihbaratına. Orada uzun süre kaldık, sonra döndük. Ben o zamanlar namaz falan kılmıyordum.
Türkiye’ye döndükten sonra da, biz hemen hemen her sene ekim-kasım aylarında Amerika’ya gider, bir ay kadar kalır, tekrar geri dönerdik. Türkiye’de bulunduğumuz o süre içerisinde bir arkadaşımın zoruyla bir hocayı dinlemeye gittim. Şaban Aykun isminde, Devlet Demiryolları’ndan emekli. Vaizlik yapıyor; vaaz hocası. Onu dinlemeye gittik. Pek bir şey anlamadım ama bitirirken bir laf söylemişti. O laf beni salladı, aşağı yukarı bir ay kadar. ‘İnsan namaz kılar, hayvan kılmaz.’ demişti. ‘Aman ya, boş ver! İşin mi yok Allah aşkına!’ falan dedim kendi kendime. Ama o laf beni bir ay salladı. Sonra baktım ki, ben hayvanım, insanlığa dönmem gerekiyor. Ve namaza başladım. Namaza başlayınca, Amerika’ya ya üçüncü, ya dördüncü gidişimizde namazlı olarak, ‘namaz kılan kişi’ olarak gittik.”
BUGÜN GAZETESİNİ OKUYORUM
Atilla Özdür, daha sonra Bugün gazetesi okumaya başlayışını ve Mehmed Şevket Eygi ile tanışmasının hikâyesini de şöyle dile getiriyor:
“Atmışlı yıllarda Türkiye’de görev yapıyordum, birliğim Sarıyer’de idi. O dönemde sosyalizm çok modaydı. Arkadaşlarım çoğunlukla sol gazeteleri, sol yazarları okurlardı. Ben de yenilerde Müslüman olmuşum, Mehmed Şevket Eygi’nin Bugün gazetesini alıp okuyorum ve dinî bilgi bakımından daha işin çaylaklık döneminde olduğum için Hamit Arslan ile münakaşa ederdik, ‘Ya onları okumayın! Komünist onlar, vatan haini…’ kabilinden. Onlar da bize ‘Yok, yok, yok!’ derlerdi, ‘Onlar vatanseverler insanlar. Bak ne güzel yazıyorlar!’ Kavgalarımız olmazdı da, bu şekilde münakaşalarımız olurdu. Ama tatlıydı münakaşalar hep. Sonra bir gün, Ordu Personel Kanunu’nu değiştirmeye kalktılar. Ankara’da astsubaylara verilen bir takım hakların tıraşlanması söz konusu oldu. Onun üzerine sol tarafın yazarları bizim lehimize yazılar yazmaya başladılar. Bu değişiklik tasarısını tenkit etmeye başladılar. Arkadaşlarım hep bana gazeteleri gösteriyorlardı: ‘Bak Atilla, gördün mü? Sen bunlara komünist diyorsun, kötü insan diyorsun, vatan haini diyorsun. Ama onlar senden yana yazıyorlar.’ Hakikaten de görüyordum ve arkadaşlarımın bu ikazları üzerine, saldırıları diyelim daha doğrusu, eziliyordum. Bizim tarafın gazetelerine gitmeye başladık ama hepsi de ‘Bizim bu konuda yeterli bilgimiz yok. Bize bilgi getirirseniz, biz de elimizden geldiğince size destek oluruz!’ diye karşılık verdiler. Onun üzerine, biz üç arkadaş oturduk, hâlimizi tasvir ettik, kâğıda döktük. Dört sayfa falan oldu el yazısıyla. Onu götürdük, Mehmed Şevket Bey’e verdik. O da aldı, olduğu gibi gazetesine koydu, ‘Fazıl Erdem’ imzasıyla. Bizim hoşumuza gitti. ‘Bugün bunu yazdıysak, yine yazabiliriz!’ dedik, Mehmed Bey de ‘Yazmaya devam edin!’ dedi ve yazmaya devam ettik. Böylece emekli olana kadar ‘Fazıl Erdem’ imzasıyla yazmaya devam ettim. Ondan sonra Mehmet Bey, yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Gazetesi dağıldı gitti.”
MİLLÎ GAZETE KURULURKEN…
Atilla Özdür, basın hatıralarını naklederken Millî Gazete’nin kuruluşunu ve bu gazetede çalışmaya başlamasını da kendine has üslûbu ile anlatmaya devam ediyor:
“Derken Milli Gazete’nin kurulmaya başladığını duyduk. Milli Selamet Partisi bu gazeteyi kuracakmış. Tam da benim emekli olduğum günlere denk geldi. Millî Gazete için de yazmaya başladım. Hatta gazetenin ilk haftasında bir yazım çıktı. Ondan sonra on beş gün içinde dört-beş tane yazım yayınlandı gazetede. Arkadaşlar dediler ki, ‘Atilla abi, sana bir köşe verelim!’ Ben dedim ki, ‘Yapamam, edemem…’ derken, bana ‘Sağduyu’ isimli bir köşe verdiler. O şekilde devam ettik, gittik. Birkaç defa, yazılarımın sivriliğinden ötürü, Millî Gazete’den dışlandım. En son dışlanmamda, bir gün dışarıya çıkarken, tiyatrocu kimlikli üç-dört delikanlı geldiler. ‘Ya Atilla abi, senin şu yazılarını alalım da, bir kitap hâline getirelim!’ dediler. Ben dedim ki, ‘Ya kardeşim ben anlamam o işlerden, ben yazmışım, geçmiş gitmiş. Artık benden çıkmış, anonim olmuş… Siz isterseniz, arşivden çıkartın, nasıl isterseniz kullanın! Benim hiçbir talebim olmaz…’ Galiba o arkadaşlardan biri Salih Tuna idi. Sonra gitmişler, benim yazıları arşivden çıkarıp, birleştirmişler ve Uçkurlu Potur ortaya çıkmış. Sonra gazeteden ayrıldım. Diğer arkadaşlarım da ayrıldılar. Uzunca bir süre gazetesiz kaldık. Sonra Mustafa (Karahasanoğlu) Akit gazetesini Vakit gazetesi olarak kurma girişimine başladı. Biz de hep birlikte Vakit gazetesine girerek, Vakit’li olmaya başladık.”
AİLEDE YAŞANAN BÜYÜK DRAM
Tabii memleket derdi ile yazı çalışmalarına devam eden Atilla Özdür bir de aile sahibidir. Bu ailede yaşanan sıkıntılar, acılar, dramlar vardır. Onları da anlatıyor:
“O zamanlar evliyim, üç çocuğum var. İki oğlan, bir kız. Büyük oğlum, Türkiye’deki ilk çocuk felci salgınında darbe yedi. Sol ayağı, karnı ve boynundan felç oldu. Tabii uzun yıllar bunun tedavisiyle uğraştık. Haftada üç gün sabah erkenden hastaneye giderdik. Önce banyosunu alır, sonra fizik tedavi görürdü. Sonra da, o karda kışta gerisin geriye dönerdik. Oturduğumuz yer Sarıyer Yenimahalle, gittiğimiz hastane Çapa. Karda kışta gider gelirdik mecburen. Günün birinde bu hastalık biraz hafifledi. Aşağı yukarı dört-beş sene sonra ikinci bir darbe daha geldi; salgın. İstanbul Sağlık Müdürü, böyle bir salgının olmadığından bahsetmeye başladı. Oysaki hastaneye bir sürü felçli hasta geliyordu. Bu bana dokundu, beni rahatsız etti. Zaten biraz deli dolu bir insanım. Servis alanımız Tarabya’daydı. Karşı taraftan gelecek olan arkadaşlarımızı bekliyorduk. O asap bozukluğuyla kendimi denize atmışım protesto etmek için. Balıkçılar, sandalcılar falan kurtarmış, karaya çıkarmış beni. İşte hayat bu şekilde devam etti.”
KURBAN ETLERİNİ DAĞITIRKEN…
Bir kurban bayramında kurban eti dağıtırken yaşadıklarını anlatan Atilla Bey, unutamadığı bir hatırasını ise şöyle dile getiriyor:
“Bir Kurban Bayramı idi. Kurbanımızı kestik, etlerini dağıtmaya gittik. Gençliğimden beri bisiklet sporu ile uğraşırdım. Kurban etlerini bisikletle götürüp dağıtmıştım. Dönerken arkamdan birisi vurmuş bana, yere kapanmışım. Gözümü hastanede açtım. Çenem kırılmış, boğazım patlamış, birkaç tane de dişim dökülmüştü. Danalar gibi böğürüyordum. Aşağı yukarı on beş gün kadar orada kaldım, Kurban Bayramım bütünüyle orada geçti. Suratım orangutan maymununa dönmüş. Babam, oğullarım, arkadaşlarım bir sürü resmimi çekmişler o hâlimle, ancak bana hiçbirini göstermediler korkmayayım diye. O dönemde Recep Tayyip Erdoğan, Milli Selamet Partisi Gençlik Kolları Başkanı idi. Beni hastanede ziyarete geldi. Allah razı olsun kendisinden. Bu nedenle müteşekkirim kendisine. O üstlendi tedavimi. Çenem bağlandı; konuşamaz oldum, ağzımı açamaz oldum. Sütün içinde eritilmiş bisküviyi dişlerimin arasından emerek yaşamaya başladım. On beş gün sonra hastaneden çıktım.
Özellikle zenginler, iş sahipleri, fabrikatörler, kapitalist kişiler benden pek hoşnut değillerdi, biliyordum. Bütün eşim dostum, arkadaşlarım sokakta kaldırımda benimle beraber yürüyen insanlardı. Dolayısıyla bütün yazı hayatımda hep böyle oldu. Çünkü kendi çocukluğumda, gençliğimde yaşadıklarımın etkisindeydim hep. Kore’ye gittiğimizde oradaki sefaleti görmüştüm, o harp sonrası sefaletinin etkisi altındaydım. Dolayısıyla hep hak, hukuk ve adaletten yana yazılar yazmaya başladım. Siyasetle uğraşmak hiç aklımın kenarından bile geçmedi. Çünkü görüyordum siyaseti… Bütünüyle ticari bir amaçla siyaset yapıyorlardı. Bense amatörce girişiyordum bu işlere. Hayatım amatörce, yazılarım amatörce, Müslümanlığım amatörce, insanlığım amatörce… Bu şekilde devam edip gidiyorum.”
ERBAKAN HOCA’YI DA ELEŞTİRİNCE…
Yazarımızın hatıraları sadece Bâbıâli tarihine katkı sunmuyor, siyaset dünyamıza da ışık tutuyor. Onlardan biri de Atilla Bey’in merhum Necmettin Erbakan hakkındaki şu hatırası olsa gerek:
“Önünü arkasını düşünmeden, yanlış gördüğüm şeyleri, karşımdaki kim olursa olsun, eleştirirdim. Bir keresinde haddim olmayarak Erbakan Hoca’ya da çatmıştım. Özellikle ‘Bedelsiz İthalat Rejimi’ne yakınlık duyduğu noktalarda onu ve projelerini bayağı tenkit etmiştim. O da benim kendisine dönük yazılarımı kesip, cebinde saklarmış. Suudi Arabistan’la ilgili de epey yazılarım çıkmıştı. Bir gün Suudi Arabistan’ın yetkilisi geliyor elçilikten… Sohbet sırasında ‘Hocam’ diyorlar ‘Sizin gazetenizde bir arkadaş var. Biraz rahatsız ediyor bizi. Şunu bir ikaz etseniz.’ O da cebinden kendisi hakkında yazdığım yazıları çıkartıp, göstererek ‘Bakın!’ diyor, ‘Bu arkadaş beni de tenkit ediyor. Bizim gazetemizde düşünce hürriyeti, fikir hürriyeti, konuşma hürriyeti vardır. Dolayısıyla doğru olarak görmüşse, onu yazmıştır. Yanlış ise, siz onu ikaz edin, yanlışını kendisine gösterin!’
Hiçbir zaman hiçbir şeyden pişman olmadım. Ama bir tek şeye özlem duyuyorum. ‘Ah!’ diyorum ‘Benim de bir Rıza Amcam olsaydı!’ Ama sonra düşünüyorum, taşınıyorum, anlıyorum ki, ‘Rıza Amcanın adamları bana geldiğinde, mutlaka ve mutlaka beni yoldan saptıracaklar, bana kişiliğimi kaybettirecekler. En iyisi; Ya Şükür, elhamdülillah! Bundan iyisi can sağlığı!’ Bu nedenle de kimseye ‘eyvallah’ etmiyorum.”
YAZILARIYLA NESİLLERİ BESLEDİ
Atilla Özdür hakkında düzenlenen toplantıda konuşan Abdurrahman Şen, açış konuşmasında, “Bu gün değerli büyüğümüz Atilla Özdür Ağabeyimiz için buradayız. Onun hayatını kendi ağzından biraz dinledik. Ancak elbette yalnızca o kadar değil; yazı hayatının çileli boyutları var, onları da birazdan dostları anlatacaklar. Biz bu gecede, Atilla Ağabeyi bir örnek insan olarak, günümüz nesline, gençlere bir hatırlatabilirsek, bugünlere gelene kadar ne çok çile çekildiğini anlatabilirsek, çok mutlu olacağız! Onun için, ‘Bir Nesli Yoğuranlar’dan biri olan Atilla Ağabeyimizin önünde saygı ve sevgiyle eğiliyorum! Kendisine bütün kültürümüz adına, tarihimiz, inancımız, davamız adına ve şahsım adına teşekkür ediyorum!” demişti.
“O EBU ZER’İN MİRASÇISIDIR”
Toplantının panelistleri gazeteci yazar Abdurrahman Dilipak, gazeteci aktivist Yılmaz Yalçıner, ekonomist- eğitimci, bürokrat, gazeteci ve yazar Zübeyir Yetik ile şair, yazar ve hatip Mustafa Yazgan’dı.
İlk konuşmacı panelin yöneticisi Dilipak, “Bu akşam Atilla Ağabeyimizi konuşacağız. Atilla Ağabey diyorum, zira Millî Gazete’de, daha sonra Vakit–Akit–Yeni Akit’ süreci boyunca birlikte çalıştığım biri kendisi.” dedikten sonra şöyle devam etmişti:
“Atilla Özdür bir Müslüman olmasaydı, Müslüman bir kimliğe sahip olmasaydı, ‘proleter bir devrimci’ olurdu. Ama o daha askeriyeye gönderilirken arkasından dualar edildiği için, bugün mümin kimliğiyle bir Ebu Zer’dir; vicdanı aklından büyüktür, merhamet duygusu çok gelişmiş bir insandır.
İlk makalesinde ‘Şeytanla savaşmaya kalkışırsak, hepimiz açıkta kalırız.’ diyor. Ama o çıkarlarının, dürtülerinin peşinde olmayı değil, mazlumların yanında olmayı seçiyor. Kalabalıklar içinde yalnız bir insan. Ait olduğu sosyal çevreyle de zaman zaman ters düşebilen, çatışabilen bir insan. Çünkü onların vicdansızlıklarına karşı da aynı tepkiyi çekinmeden veren bir insan. Bilirsiniz, aramızda ‘Vereset’ül-Nebi’ –Peygamber Mirasçıları– vardır. Ben de Atilla Ağabeyi Ebu Zer’in mirasçısı olarak görüyorum.
Şeytan’la savaşan bir adam o; kendi yazısında öğütlediği, örneklediği kişilik bu. Aslında o bir halaskâr zabitan olacaktı, beni tutuklamaya gelen asker ağabey olacaktı; birbirimizi yok etmek üzere konumlandırılmıştık, örgütlenmiştik. Ama el ele tutuştuk, birlikte yürüdük. O benim cellâdım olacaktı, ben de ona karşı savaşacaktım. Aynı ülkenin çocuklarını ‘Sağ-Sol’, ‘Alevi-Sünni’, ‘Türk-Kürt’ diye birbirine kırdıran irade, bizim birbirimizi yok etmemizi istiyordu. Çünkü birileri kendilerine, bizim kanlarımız ve gözyaşlarımız üzerinden iktidar ve servet üretmek istiyor. O bir aydın değildir; bir münevverdir. Makalesinde buna vurgu var. Bizim burjuvamız olmaz; bizim havassımız olur. Bizim aydınımız olmaz; bizim münevverimiz olur.
Irkçılığa kafa tutan bir adam. Hemşeri ırkçılığına kafa tutuyordu, sendika ırkçılığına, mülkiye ırkçılığına, ordu ırkçılığına… Haksızlık kime gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana olacak, zalime karşı duracaktık. İslamcılığa da kafa tutuyordu, modern İslamcılığa. Modern laikliğe de kafa tutuyordu. Tam da bizim ‘tatlı su Müslümanları’ yuvarlanmış, kendi lâyıklarını bulmuşlardı bir bakıma. Acımasızca bunları eleştirdi. Acımasızca diyorum, çünkü bilerek yapmıştır ve bu yanlışın faturasının çok ağır olduğunu kendi hayatında yaşayarak görmüştür. Mümin bir arkadaş, bir kardeş oldu. Bu arada ben başka bir ismi daha olduğunu öğreniyorum. Atilla Cengiz Özdür; bir de ‘Cengiz’i var. Anne tarafından Oğuz, baba tarafından Tatar, Kırımlı. Yani bunlar Moğolistan’dan geliyorlar. Geldiler, yapacaklarını yaptılar, sonra da Müslüman olup, gittiler. Böyle, hem Türklük var, hem Tatarlık var, ırkçılığı da karşı bir insan.”
YÖRÜK ALİ EFE’NİN OĞLU
Daha sonra konuşan Yılmaz Yalçıner, “Ben böyle toplantılara hiç alışık değilim; hayatımda ilk defa böyle bir toplantıda konuşuyorum. Abdurrahman Bey’i dinlerken mest oldum, ‘Keşke devam etse de, ben dinlesem!’ diye geçirdim içimden. Atilla Ağabeyi çok iyi anlattı. Atilla Ağabeyi anlatmaya kalkışmadan önce, onun gibi tanıdığım bir insandan rahmetle bahsetmek istiyorum.” dedikten sonra şu sözlerle konuşmasını sürdürdü:
“Gazetecilik hayatım neredeyse ellinci yılına girmek üzere… Hurufatın kasada toplanarak yazıların dizildiği dönemde başlamıştım ben bu mesleğe çocuk yaşlarda. O zamandan bu yana bir sürü gazeteci arkadaşım, ağabeyim oldu. Bunların içinde birisini Atilla Ağabeye çok benzetirim. Meşhur Yörük Ali Efe vardır. Yörük Ali Efe’nin bir oğlu vardı: Mehmet Ali Yörük. Bu muhterem şimdi rahmetli; ben hapishanedeyken vefat etti. 1969 yılında Bizim Anadolu gazetesinde çalışıyordum. Mehmet Ali Yörük benim ilk yazı işleri müdürümdü. Yalnız yaşayan çok vicdanlı bir insandı. Atilla Ağabeyin Millî Gazete’de yaşadıklarına çok daha iyi şahitlik edecek olan Zübeyir Bey’dir, Abdurrahman Bey’dir; onlar çok iyi bilirler. Mustafa Ağabey de zaten bu camianın içerisinde olup-bitenleri çok daha iyi bilir. Biz çalışanlarımıza hiç ehemmiyet vermeyen insanlarız. O tarihte de öyleydi. Mehmet Ali Amca yetmişine merdiven dayamış olmasına rağmen ‘Sarı Basın Kartı’ olmayan bir yazı işleri müdürüydü. Biz bunu bilmiyorduk. Haberdar olunca da, adamcağızı tahrik ettik. Dedik ki, “Otobüse, trene bedava binersin!” O zamanlar sarı basın kartı olanlara otobüs ve tren bedavaydı. Bu şekilde Mehmet Ali Amca’yı sarı basın kartı almak için müracaat etmeye ikna ettik.
O zamanlar Gümüşsuyu’nda Basın İlan Kurumu vardı. Sarı basın kartı oradan alınıyordu. Mehmet Ali Amca müracaat ediyor, “Bir yıl sonra gel, sana sarı basın kartını verelim!” diyorlar. Mehmet Ali Amca bir yıl sonra kartını almaya gidiyor. Kafasına da koymuş, “İlk olarak oradan troleybüse –oradan troleybüs geçiyor– binecek, Cağaloğlu’nda inecek! Hem de bedava!” Neyse, sarı basın kartını alıyor, oradan itiş-kakış troleybüse biniyor. O itiş-kakış arasında sarı basın kartı olduğunu unutuyor ve biletçiye parayı ödeyerek, bilet kestiriyor. Sonradan aklına geliyor artık sarı basın kartı sahibi olduğu. Kendi kendine diyor ki, ‘Sirkeci’de ineyim, oradan trene bineyim! Hiç olmazsa şu kartın bir keyfini süreyim!’ Elinde kartı, Sirkeci Garı’ndan içeri giriyor, ‘Geç!’ diyorlar, trene biniyor, oturuyor. Güya sarı basın kartının keyfini sürecek; Cankurtaran’da trenden inecek, Cağaloğlu’na çıkmak için o dik yokuşu tırmanacak… Keyifle bir sigara yakıyor. Kondüktör geliyor, ona kartını gösteriyor. Kondüktör ‘Evet!’ diyor. Ancak bir yandan da sessizce bir şeyler yazıyor. Yazdığı kâğıdı Mehmet Ali Amca’ya uzatarak, kendisinden –o zamanın parasıyla– iki buçuk lira istiyor. Mehmet Ali Amca ‘Neden?’ diyor, kondüktör ‘Sigara içiyorsunuz!’ diyor. Mehmet Ali Yörük yalnız yaşayan, Eba Zer gibi yaşayan bir insandı. Öyle geldi, geçti. Bir gün Sirkeci’deki bir otelde yalnız başına yatarken vefat etti. Ben mahpus damındaydım, Amcama sahip çıkamadım. Yörük Ali Efe’nin oğlu öyle vefat etti gitti. Şükürler olsun ki, onun bir benzeri olarak, mertçe, yiğitçe, gerçekten vicdanın emrinde yaşayan bir insan olarak Atilla Ağabeyi gördüm!”
“MERTÇE YİĞİTÇE YAŞAYAN BİR İNSAN”
Yılmaz Yalçıner konuşmasının bundan sonraki bölümünde, Atilla Özdür’ün fikir ve aksiyon dünyasını dinleyicilere açmıştı:
“Atilla Ağabeyin yazılarında cümleleri hep üç nokta ile biter. Sanki ‘Üst tarafını okuyucu tamamlasın!’ der gibi… Bir şeyler yazar, sonrasını bırakır; üç nokta. Bu üç noktalardan dolayı başı derde de girmiş. Belki de Atilla Ağabeyin bile bilmediği bir belge getirdim yanımda. Onun mahkûm oluşunun belgesi. Bu bir mahkûmiyet belgesidir. [Atilla Özdür’e dönerek] 28 Şubat Davasında mahkûm olmuşsunuz Ağabey. O günkü generallerden bir tanesi sizin aleyhinize dava açmış. Çok gariptir, sonra siz o generale arka çıkmaya çalışmışsınız. Ama o general sizi yine de mahkûm ettirmiş. Bu belgeyi özetlemek istiyorum size! 28 Şubat generallerinden biri…
Kışlada varilden yapılmış olan bir minare var; bir mescit yapılmış, asker orada namaz kılıyor. General, ‘Böyle varillerin üst üste konularak, kaynak edilmesiyle yapılmış minare olmaz!’ diyor, yıktırıyor, mescidi de kapatıyor. O zamanki Vakit gazetesi bunu dava ediniyor ve söz konusu generalin adını vererek, onu tenkit eden haberler yapıyor. Tabi Atilla Ağabey gazetenin vicdanı ya, beklenilenin tam aksine diyor ki, ‘Yahu, gerçekten de varilden minare olur mu arkadaş? Varilden minareyi yıktırmakta haklı bu adam!’ Fakat General gazeteyi mahkemeye veriyor. Atilla Ağabeyin o üç noktaları var ya, davaya bakan hâkim, o üç noktaları sanki generale hakaretmiş gibi telakki ediyor; yorumluyor. Ve Atilla Ağabeyi mahkûm ediyor. Buradaki ifadelerden bir tanesi aynen şöyle: ‘Konuya yüzeysel bakmamak gerekir. Vakit gazetesi, kapatılan Refah Partisi’nin sözcüsü durumundaki gazetelerin en başında gelmektedir. Gazetenin, gazetede çalışan herhangi birinin, namaz genelgesini desteklemek şöyle dursun, bunu hoşgörüyle karşılaması bile düşünülemez. Yazı, Namaz genelgesine karşı koymak için yazılmıştır. Yazının içeriği ve yazıda kullanılan noktalama işaretleri bunun böyle olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Amacın gizlenmesine çalışılmasına karşın, aslında yazıda namaz genelgesinin yayınlanmasının ayıp ve günah ötesinde, eşitlik olduğu anlatılmak istenmektedir. Ayrıca söz konusu paşa ve diğer paşalar için çeşitli yakıştırmalar yapılmıştır. Bütün bunlar, yazının saldırmak için kaleme alınmış olduğunu ve bu insanların hakaret etmek kastıyla davrandıklarını göstermektedir.’ Atilla Ağabeyin, generalden yana, iyi niyetle, kendi çalıştığı gazeteyi tenkit etmek maksadıyla yazdığı yazıyı, hâkim yine de öyle yorumluyor. Ve sonunda, Atilla Ağabeyin bilmem kaç gün mahkûmiyetine ve bilmem kaç para ceza ödemesine karar veriyor. Arkasından da, mahkûmiyetini de paraya tahvil etmek suretiyle, onu 16.870.000 TL ağır para cezasına mahkûm ediyor. Ağabeyimin yazılarının böylesi güzel (!) neticeler doğurduğunu da gördük… Ağabeyime medyun-u şükranım.”
KİLİSEDE PİYANO ÜSTÜNDE NAMAZ
Yılmaz Yalçıner, konuşmasının son bölümünde ilginç bazı hatıralarını da dinleyicilerle paylaştı. Onlardan biri “piyano üstünde namaz”dı. Yalçıner’i dinliyoruz:
“İki sene önce evime geldi, beraberce balkonda oturduk. İki adım ötede deniz vardı, denize ayağını sokmadan, gerisin geriye gitti. Bana çok özel hatıralarını anlattı. Ağabeyim piyano üstünde namaz kılmış bir insandır. Bekliyordum ki, burada anlatasın diye… Amerika’ya gidiyorlar. O zamanlar namaza iyi sarılmış… Arkadaşlarıyla birlikte namaz kılacak temiz bir yer arıyorlar. Temiz bir yer ararken karşılarına bir kilise çıkıyor ve diyorlar ki, ‘Burada namaz kılabiliriz herhalde!’ Kilisenin içine giriyorlar ve namaz kılacak bir yer bakınıyorlar. Tabii orada namaz kılınabilecek bir yer yok. Kilisenin papazı yardımlarına geliyor. Soruyor, ‘Ne arıyorsunuz?’ Ona cevap veriyorlar: ‘Biz namaz kılacak temiz bir yer arıyoruz!’ Papaz da etrafına bakıyor, orada piyanoyu görüyor. Ağabeyim piyanonun üstüne çıkıyor. Herhalde yeryüzünde piyano üstünde namaz kılan tek adamdır. Hem de Amerika gibi bir yerde.”
“1940 CİVARINDA DOĞANLAR KAVRUK BİR NESİLDİR”
Yazarımızın fikir cephesindeki silah arkadaşı Zübeyir Yetik, Atilla Bey’le yaşadıkları serencamı anlatırken bir neslin dirilişine, direnişine ve uyanışına dikkat çekmiş ve şu hususlara dikkat çekmişti:
“Benim –arkadaşlarım bilir– hatıraları hıfz etme yeteneğim sıfır. Zaten hıfz edilmeyen, hafızaya alınamayan bir şeyin anlatılma imkânı da sıfırlanmış olur. Gerçekten de yazar olarak, mümin olarak, insan olarak çok değerli olan bu arkadaşımızın bir de çok ilginç, orijinal bir hayatı var. İsterim ki, o hayatından size parçalar aktarabileyim! Hem ibret alacaksınız, hem de hayretler içinde kalacaksınız! Bunların büyük bir bölümünü ya kendisinden, ya da diğer arkadaşlarımızdan dinlemiş biriyim. Ben de ise hafıza sıfır. ‘Siz ne sorarsanız sorun, imam bildiğini okur.’ hesabı, burada anlatmam gereken kişi Atilla Özdür –pardon Atilla Cengiz Özdür– olsa da, ben yine de bildiğim türküyü söyleyeceğim. O türkünün içinde de, Atilla Cengiz Özdür, ya da Bizim Atilla’mızın sözü de muhtemelen geçecek… Ya geçer, ya geçmez; Allah bilir!”
“Biz bir cihetten, hatta birçok cihetten, kavruk bir nesiliz.” diyen Zübeyir Yetik, bu sözün anlamını şöyle açmıştı:
“Yani 1940 civarında doğanlar kavruk bir nesildir. Memleket fakirdir; en zenginimiz bile bugünkü en fakir kimsenin yaşadığı hayat standartlarına mahkûmdur ve bu nesil ekonomik bakımdan kavruk bir nesildir. Düşününüz ki, eğer sabah kahvaltısında evinizde çay varsa, yalnızca bir bardak içebiliyorsunuz. Çocukça ısrarlarınızla, ancak bir yarım bardak daha ikram ediyor ebeveyniniz. Kahvaltıdaki çaydan, yamalı pantolonlarımıza, delik çoraplarımıza, lastik ayakkabılarımıza ve tersyüz edilen elbiselerimize kadar, her türlü kavrukluğumuzu göz önüne alabilirsiniz. Ama bir bölümümüz bu ekonomik kavrukluktan biraz sıyrılır sıyrılmaz, yani tırnağımız yer tutar tutmaz, âdeta saraylardan gelen kimseler gibi davranmaya başladı. İşte, Atilla Özdür, o kavrukluğunu unutmayı bir kenara bırakın, o kavruk yapısını yaşamaktan hiç uzak durmadı. İmkânı olduğunda bile, o kavruk yapıyı, adeta kimliğinin ve kişiliğinin bir parçasıymış gibi gördü. Bu yüzden de, para-pul, makam, mevki, alkış ve benzeri şeylere hiç mi hiç itibar etmedi.
Bunu çok rahat söylüyorum. Çok rahat söylüyorum, çünkü Atilla Milli Gazete’ye başladığında, gazetede yazmasını ben önermiştim kendisine. Önermiştim dediğim şu ki, gazetede arada bir yazıyordu, her gün yazması için ısrar ettim. Ve her gün yazmaya başladı. O zaman gazetenin genel yayın müdürüydüm. Kendisine, ‘Ne düşünüyorsun telif ücreti olarak?’ dediğimde, mahcubiyetini ifade etti ve hiçbir talepte bulunmadı. Gerçi biz, çok garip karşılanacak bir rakamla, güya telif ücreti ödüyor idik. Şimdi tam hatırlamıyorum; sanıyorum bir buçuk-iki sene kadar kaldım ben gazetede. Ama Atilla’dan en başından sonuna kadar hiçbir zaman ‘para’ kelimesini duymadım. O yüzden ‘Ekonomik kavrukluğunu hep korudu.’ derken, çok rahat söylüyorum. Çünkü bu beyanımın içinde, bu beyanımı ucundan-kenarından yiyebilecek bir güve yok. Bu sizlere beyan olsun, Rabbime de şahitliğim!
Biz yalnız ekonomik bakımdan değil, fikri bakımdan da kavruk bir nesildik. Kitaplar yoktu, dergiler yoktu, gazeteler yoktu. Yirmi günde bir çıkan bir Sebilürreşad dergisi vardı; tamamen bilimsel sayılabilecek yazılar yayınlıyordu. Bazen üç ayda bir, bazen de eline imkân geçtikçe dergisini çıkaran Osman Yüksel Serdengeçti’nin dergisi Serdengeçti vardı. Hür Adam isimli haftalık bir gazete vardı. Daha sonra, biraz daha gecikmiş olarak, Sezai’nin Diriliş’i gündeme geldi, iki sayı çıktı, üçüncü sayının çıkması için yeterli imkân yoktu. Nurettin Topçu küçücük, dergimsi bir gazete çıkarıyordu; o da iki veya üç sayı çıktı, daha fazlasına imkân yoktu. Salih Özcan’ın sahibi olduğu İslam isimli bir dergi vardı düzenli çıkan dergi olarak zikredebileceğimiz, sonradan Hilal’e dönüştü. Ve biz bu şartlarda, davayı heceliyorduk değil, davayı emiyorduk. Dostlardan, ahbaptan, tanıdıklardan yeni bir kitap bulabilirsek, ‘Canımıza minnet!’ diyor, bunu büyük bir nimet kabul ediyorduk. Zira elimizde kitap olarak, rahmetli Ömer Rıza Doğrul’un bir Kur-an-ı Kerim meali olan Tanrı Buyruğu adlı eseri vardı, o kadar. Bu kadar az malzemeyle yetişmiş bir nesil, kavruk yetişir. ‘Kavruk yetişir’ derken, ne anlaşılıyor? Sesi kısık çıkar. Başka? Ortalıkta dolaşamaz. Başka? Konuştuğu zaman, çekinerek konuşur. Ama bu fikren kavruk yetiştiklerinden bahsettiğim kimseler, sanki gidip Ezher’de ilim tahsil etmişçesine davaya sahip çıktılar; davanın sözcülüğünü yaptılar. Bir tek güvenceleri vardı: Allah ve Allah’ın dinine olan ihlâsları. Bunu sırf Allah için ve Allah’a güvenerek yaptılar. Ve bundan herhangi bir karşılık beklemediler. Kur’an-ı Kerim’de Peygamberlerin ağzından dökülen bir beyan vardır: ‘Ben sizden bir ücret istemiyorum. Ben sizden bir şey istemiyorum. Benim ücretimi Allah verecektir.’ Bu hükmü yaşamak istediler. Elbette, çeşitli yayın organlarında çalıştıkları sürece, emeklerine karşılık para aldılar. Bunlardan biri de benim; çeşitli gazetelerde çalıştım, yazarlık yaptım. Ama bu para, bizim geçim ihtiyacımız için verilen bir sadaka gibiydi, ücret değil. Biz sadaka aldık, sadakayla geçindik ve sadakaya da itirazımız olmadı. Hatta burada kendimden bir hatıra nakledeceğim, zannetmeyin ki, kendimi anlatacağım! Söyleyeceğim sözlerin hemen hemen tamamı, Mustafa için de, Abdurrahman için de, Yalçın için de, içinizde bulunan birçok arkadaş için de geçerlidir.”
“GAZETE YAZIİŞLERİ MÜDÜRLERİNİ İÇERİ ATIYORLARDI”
Zübeyir Yetik’in, eski dönem gazetecilik hayatı içinde çekilen çilelere temas ederken anlattıkları, gerçekten düşündürücüydü:
“Sanıyorum 1962 yılıydı, İzmir’de haftalık bir gazetede çalışıyordum. Resmi ve aleni olmasa da, âdeta patronla bir sözleşme yapmışız gibiydi. Gerçi ben şartımı koşmuştum, o da evet demişti. O günlerde gazetelere yazı işleri müdürü bulmak zor, Tedbirler Kanunu isimli bir kanun var, yazı işleri müdürlerini içeri atıyorlar. Bana teklif edildiğinde, ‘Bir şartla kabul ederim!’ dedim. ‘Nedir?’ dedi. ‘Gazetenin muhtevasını değiştireceğim!’ dedim. ‘Kabul!’ dedi. Siyasi muhteva Demokrat Parti çizgisiydi, ben ona biraz dinî muhteva ekledim. Buna karşılık patron bana maaş ödememeye başladı. Her gün iki buçuk lira verirdi, ay sonu geldiğinde, ‘Yahu biliyorsun durumumuzu. Hele bu ay da kalsın!’ derdi.
Daha ilgincini anlatayım! Bir gün yanıma geldi, ‘Yahu Zübeyir! Herhalde gazeteyi çıkaramayacağız!’ dedi. ‘Hayrola Patron?’ dedim. ‘Kâğıt alacak paramız yok!’ dedi. ‘Patron!’ dedim “Ah, keşke ceketim olsaydı da, ceketimi satsaydım, onun parasıyla kâğıt alıp, gazeteyi çıkarsaydık!’ ‘Yani paran olsa verir misin?’ dedi. ‘Yahu vermez miyim?’ dedim. Şöyle elini cebine attı, önüme bir kâğıt koydu: ‘Haydi bu parayla gidip kâğıt alalım!’ Aman, babamdan havale gelmiş! İzmir’deki hemşerilerinden bir-ikisi memlekete gittiklerinde, rahmetli babama ‘Oğlun orada perişan halde!’ demiş olacaklar ki, sonradan da mektubu gelmişti ‘Oğlum sana bir miktar para gönderdim. Üstünü-başını düzelt! Kalanını da yol parası yap!’ diye. Bazılarınca enayilik olarak düşünülebilir, ama ben bunu ‘dava’ olarak düşündüm; davam için parayı aldım, götürdüm patrona verdim. İşte bizim aldığımız para da bu, verdiğimiz para da bu. Kazancımız da bu, emeğimiz de bu; ötesi de bu, berisi de bu. İnanınız ki, bizler, çocuklarımız olmasaydı, benim İzmir’de yaptığım gibi, günde iki buçuk liraya o hamallığı yapmaya devam ederdik! Bu bana mahsus bir davranış değil; bu arkadaşlarımızın genel yapısı. Fikri kavrukluk durumunun birinci ayağından bahsetmiştim, ikinci ayağı da bu; dava için her şeyi göze alabilmek.
O sıralarda İslami kitaplar ve dergiler yayınlanmaya başladı. Eksiklerimizi onlardan tamamlamaya başladık. Biraz ailemizden gelen bir şey, biraz da o yeni edindiklerimizle, İslami bir ahlak edinme çabası içine girdik. Bence İslami ahlakın en önemli unsuru tevazudur, o tevazuun temsilcisi de Atilla Özdür’dür.”
“KURŞUN YARASI OLAN YARAMIZA GÜL SUYU SERPİLDİ”
Paneli yöneten Abdurrahman Dilipak, Mustafa Yazgan’ı konuşmaya davet ederken onu mükemmel bir şekilde takdim etmişti:
“Şimdi ilginç bir kişiye geldi sıra; ben onu gençliğimden beri tanırım. Bana göre o hâlâ on sekiz yaşında. Necip Fazıl biraz aristokrat bir insandı; büyüklere hitap ederdi. Osman Yüksel Serdengeçti bir halk kahramanıydı, Karacaoğlan gibi. Biri vardı, çocuklara, gençlere tutunmuştu. Aslında İbn Haldun gibi düşünen, ama on sekiz yaşındaki bir delikanlı gibi konuşan biri. Şule Yüksel Şenler’in yanında o vardı. Necip Fazıl bir yere gelmişse, yanında o vardı; Necip Fazıl’ın sekreterliğini yapar, kalacağı yerleri ayarlardı. Ya da Osman Yüksel Serdengeçti bir yere gelmişse, yine yanında o vardı. İşte o şimdi konuşacak kişi; içimizden biri. Ben ondan çok şey öğrendim. Allah onun ömrüne bereket versin!”
“Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum!” diyerek konuşmasına başlayan Mustafa Yazgan, öncelikle dostlarına teşekkürlerini sundu ve şöyle demişti:
“Hakkımda lâyık olmadığım güzellikleri sıralamak nezaketini ve zarafetini gösteren Abdurrahman Dilipak kardeşime en kalbi şükranlarımı sunuyorum; çok teşekkür ediyorum. Şunu hemen ifade edeyim; Zübeyir Bey ile Abdurrahman Bey’in konuşmasını takiben, hemen hatırıma gelen bir şu husus var ki, benim yerel konferanslarda, yeni yetişen gençlere ve ortaya yaşlılara söylediğim bir husus var. Bunu bu vesile ile burada da söyleyeyim! Ama önce teşekkürümü Abdurrahman Beye sunduktan sonra, bir başka Abdurrahman Beye (Şen) sevgilerimi sunmak isterim! Allah razı olsun kardeşim! Yani, makamınızın hakkını veriyorsunuz! Olması gereken buydu ve bu gece bizi dostlukta bir araya getiren, o şemsiyenin altına toplayan Atilla Özdür Beye de şükranlarımı sunuyorum. Zübeyir, sevgili Kardeşim benim, can kardeşim, âdeta kurşun yarası gibi olan yaramızın üstüne sanki gül suyu serpti. Tuz değil, gül suyu serpti. Gülün de ne manaya geldiğini bildiğimiz için, ‘Eyvallah bu suya!’ dedik, acımızı içimize attık. Fakat aynıyla doğrudur; Zübeyir’in anlattığının altına Mustafa Yazgan olarak imzamı atıyorum. Abdurrahman Beyle, Yılmaz Yalçıner ile aynı yaşlardayız; hep aynı neslin ve çilenin insanlarıyız.”
“VEFA DUYGUSU, TOPRAĞA EKİLMİŞ BİR TOHUMDUR”
Mustafa Yazgan, coşkulu hitabesinde bu hayırlı işe vesile olanlara teşekkür ettikten sonra 1940’lı yıllarda yaşanan baskıları dile getirmiş ve hususlara temas etmeden geçememişti:
“Şimdi yine atıfta bulunacağım mecburen. Zira saçı-sakalı ağarmış, yaşlı-başlı dostlarım da burada. Yani ‘Tereciye tere mi satıyorsun?’ deseler, haklılar. Biz bunu yeni nesle anlatmamız lazım. Bürokrasi baskısı hâkim, adalet yok. Anadolu’da yokluk var. Üstadın şiirinde ifade ettiği gibi, “Dokuz kişiye bir pul, bir kişiye dokuz pul…” Gerçekten de yokluk yıllarıydı, kısıtlı imkânlarla yaşamak zorundaydık. Trahom, sıtma, verem kol geziyordu. O dönemlerdeki filmlerde hep veremli fakir kız ile zengin erkeğin aşkı anlatılırdı. Yol yoktu, köyler perişandı. Zaten demokrasi diye bir şey yok; ‘açık oy-gizli tasnif’ kepazeliği… Ve işte bu ölçüler içinde bir fidan yetişiyor. Demin söylemek istediğim buydu işte, bu noktaya geldim. Allah hepimize, daha biz doğmadan, bir vazife yüklemiş; bir misyonumuz var. Abdurrahman Beyin, Zübeyir’in, Yılmaz Beyin, bu kardeşlerimin, bu fakirin, daha büyük çapta Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Eşref Edip, Nizamettin Nazif gibi fikir insanlarının, hak tarikat şeyhlerinin hep birlikte gayretiyle nereden nereye geldik. Bu çok önemlidir. O dönemde fikir diye bir şey yoktu, ama tohum topraktaydı ve ‘Merak etme böyle gitmez bu devran / Nihayet sonuncu durağa gelir’ diyen Üstat bir nesli yetiştirdi. Bugün o nesil, bu acının hakkını vererek paylaştığı için Allah tarafından vazifelendirildi. Hepimizin vazifesi var kardeşim! Onun için hiç tevazudan ayrılmayalım! Yapan Allah, zafer Allah’ın. Bizler sadece onun kapısında, yüzümüzü onun eşiğine sürmüş birer hizmetkârız, bununla da en büyük şerefe sahibiz. Elhamdülillah! O hâlde, anlatmamız lazım ki, o günlerde yaşanan ıstıraplar bir daha tekerrür etmesin! Bakın bu da Allah’ın takdiri içinde; o acıları yaşamasaydık, bugünün kıymetini bilemezdik. İşte bu kadroların içinde bulunanlardan biri olan Atilla Özdür Bey ile de Milli Gazete’de çalıştık.
12 Eylül’den önce Yılmaz Yalçıner’in Vesika dergisinde çalışıyorduk. Kardeşimiz –Sağ olsun!– büyük bir gayretle yürütüyordu dergiyi. Daha sonra farklı gazete ve dergilerde çalıştık. 12 Eylül’de, Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) Cağaloğlu’daki binasında verdiğimiz ‘Hicri 1400 Hitabesi’ adlı konferans ve Necip Fazıl Üstatla birlikte Konya’da gerçekleştirdiğimiz bir konferansta Sultan Abdülhamid Han ve Hareket Ordusu’ndan bahsetmekten dolayı Merkez Komutanlığı’na alındık. Oradan da Mamak’a. Bu ülkenin bütün has çocukları, bu davayı, bayrağı, istiklali, vatanı, milleti ayakta tutmaya çalışan bir kadro oradaydı. Dokuz buçuk aydan sonra tahliye edildik.”
“CUMHURBAŞKANIMIZA ÇOK ŞEY BORÇLUYUZ.”
Panelin hatiplerinden arada söz alan Yılmaz Yalçıner alkışlar arasında bir teşekkürde bulunurken, “Bir hususu belirtmek istiyorum. Kolay değil, tam on iki sene, çok büyük bir sabırla kozasını örerek, davasından asla taviz vermeden bir hedefe kitlenmiş olduğunu gördüğüm Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a çok şey borçlu olduğumuzu hissediyorum! O bu yolu açmasaydı, biz bu günleri göremezdik. Allah ondan razı olsun! Allah onun ömrünü daim etsin!” demiş ve Ali Emiri Efendi merkezli olarak şunları söylemişti:
“Bulunmuş olduğumuz mekâna ‘Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’ ismi verilmiş. Zannediyorum bu da Sayın Cumhurbaşkanımızın bir eseri olsa gerek. Pek inceleyemedim, burası ne zaman kuruldu bilmiyorum. Fatih’te Millet Kütüphanesi vardır, bilir misiniz? İstanbul’un en önemli kütüphanelerin biridir ve çok önemli yazma eserlerin bulunduğu bir yerdir. Ali Emiri Efendi oranın banisi olan kişidir. Bir devlet memurudur ve Yemen’den Trablus’a, Şam’a, Bağdat’tan İşkodra’ya, İmparatorluğun sayısız şehrinde kâtip ve defterdar olarak görev yapmış. Daha çocukluk yaşlarında okumaya çok hevesli olan bir zatmış. Şimdilerde ‘Eski yazımızın öğrenilmesi zordur.’ falan filan diyorlar. Ali Emiri Efendi, daha dokuz yaşlarındayken beş yüzden fazla şairin şiirlerinin yer aldığı Nevadir’ül Asar isimli eserden dört bin beyit ezberlemiş. O, Türkçenin bilinen eski sözlüğü olan Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ü Lügat’it-Türk adlı eserinin bizlere ulaşmasını sağlayan kişidir. Bu önemli eserin bir elyazması nüshasını Sahaf Burhan’dan –o zamanın parasıyla– otuz üç liraya almıştır. Ancak kendisi de, kitabı satın aldığı sahaf da bu kitabın Divan-ü Lügat’it-Türk olduğunu bilmemektedir. Bunu anlayınca çok sevinir ve kitabı Kilisli Rıfat Efendi’den başka kimseye göstermek istemez. Ali Emiri Efendi kitabı satın aldığında, kitap şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış ve sayfaları birbirine karışmış hâldedir. Ayrıca sayfalarında numara bulunmamaktadır. Kilisli Rıfat Efendi kitabı iki ay sürede üç kez okuyarak, tasnif eder ve eserin tam olduğu anlaşılır. Ali Emiri Efendi, bu kitabı tasnif ettiği için bir evini Kilisli Rıfat Efendi’ye hediye etmek isteyecek kadar da cömert bir insan. Ve Türkçenin en önemli eserlerinden biri olan bu kitabın bize ulaşmasını sağlayan bu adam Diyarbakırlı bir Kürt, biliyor musunuz? Bu memleket ırkçılıktan çok çekti.
Bugün böyle bir Kürt’ün adının verildiği bir mekânda konuşmaktan dolayı çok mutluyum. Bu arada oğluna ‘Atilla Cengiz’ ismini verdiğine göre, herhalde Atilla Ağabeyin babası da bir hayli Türkçüymüş. Atilla ağabeyimize böyle bir isim vermiş. Ve Atilla Cengiz ile Ali Emiri burada buluştular. Bundan çok büyük bir mutluluk duyuyorum ve bize bu günleri gösteren Rabbime şükrederken, sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a şükranlarımı sunuyorum!”
ÖZDÜR: “ALLAH HEPİMİZE HAYIRLI GELECEK NASİP ETSİN”
O unutulmaz tarihî toplantının son konuşmacısı rahmetli Atilla Özdür’dü. Kürsüye gelirken düşünceli, durgun ve hüzünlüydü. Kendisi hakkında konuşan arkadaşlarına teşekkür ettikten ve bir kaç hatırasını naklettikten sonra sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Allah hepimize hayırlı gelecekler nasip etsin, akıl-fikir nasip etsin, her türlü beladan muhafaza eylesin ve yolumuzu şaşırtmasın! Hepinize çok teşekkür ederim, iyi akşamlar!”
İşte böyle! Atilla Özdür belki de hayatında kendisine dair yapılan ilk ve son toplantıda bunları söylemiş ve alkışlar eşliğinde salondaki yerine geçmişti. Toplantı katılımcıların büyük memnuniyetiyle sona ermiş ve toplu hatıra fotoğrafları çekilmişti. Yazarımıza çiçek verilmiş, ardından dinlenme salonuna geçil, orada hususi sohbetlere devam edilmişti. Ben bu arada kendisinin Uçkurlu Potur kitabını imzalatma fırsatını bulmuştum. Programın ardından kendisini arkadaşlarla birlikte uğurlamıştık.
Atilla Özdür “nev-i şahsına münhasır” bir kişi idi. Derdi, davası, ideali, mefkûresi olan bir yazardı. Dünya hayatını tamamladı, gamını/tasasını ve ömrünü bitirdi, ahirete göç etti. Kanaatimce o, Türkiye’mizin son yiğit ve sessiz kahramanlarımızdandı. Bu yazı belki de hakkında yazılmış en uzun bir yazı hüviyeti taşıyor. Sabırla okuyanlara ve bu yazıyı arsiv.bizimsemaver.com sitesinde yayımlayan Mücahit Kocabaş’a teşekkür ediyorum. Basınımızda hakkında yazılar çıkmaya devam ediyor. Yalnız bu kadarla kalınmamalı. Peki neler yapılabilir büyüğümüz hakkında? Aklıma geliveren iki üç düşünceyi arz ederek yazımı nihayete erdireyim:
Öncelikle Atilla Özdür’ün yakın arkadaşları, son çalıştığı gazete Yeni Akit’in de desteğini alarak bir Atilla Özdür Anma Kitabı hazırlamalı. Bu kitap için bir tanıtım toplantısı yapılmalı ve büyüğümüz hakkında ikinci önemli toplantı burada gerçekleştirilmeli.
Atilla Özdür’ün hayatı, fikir kavgaları ve hizmetlerine dair bir belgelik film hazırlanmalı ve bir televizyonumuzda gösterilmeli.
Her sene 27 Ağustos’ta mezarı başında mutlaka bir anma programı düzenlenmeli. Dostları ve sevenleri Yeni Kozlu Mezarlığı’nda buluşup ruhuna Fatiha okumalı, dua etmeli.
Bütün yazdıkları külliyat hâlinde bir yayınevi tarafından mutlaka neşredilmeli ve bu eserler yeni nesillere intikal etmeli.
Tabii üstadımız hakkında yapılabilecek daha pek çok görev var. Ama bunların hepsini şimdi sıralamak mümkün değil. Ben geç tanıdığım ama çabuk uğurladığım bu değerli mümin ağabeyime Cenabı Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyorum. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı ve sabır temenni ediyorum. Ruhu şad, kabri nur, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı yüksek olsun. Onun ve bütün müminlerin ruhuna el-Fatiha.