RÖPORTAJLAR |
Küçükken henüz evden dışarı çok fazla dışarı çıkmazken bir ‘dükkân’ lafıdır dolaşır dururdu. Ben de merak ederdim sürekli. Adını evde sık sık duyar ama ne olduğunu bilmezdim. Ne demek dükkân? Dükkânda ne yapılır? Annem niçin hep evdeydi de babam dışardaydı, dışarda yani dükkânda… Günboyu ne yapar ne ederdi orda? Bu merak duygusu, içimden bir türlü sökülüp atılamadı. Zihnimden hiç ayrılmadı bu sabit düşünce. Hep düşledim durdum dükkân denen mekânı… Hayaller kurdum. Nasıl ve ne biçim bir yerdi şu dükkân dedikleri…
Ve bir gün Ahmet abim bana müjdeyi verdi. “Bugün tatile girdik, artık okul yok, babama gideceğim, dükkâna gelmek ister misin?” Sorulacak soru mu bu şimdi, sevincimden çığlık attım. Zaten abimi hep bu sorularla rahatsız ederdim. Şimdi merakımı gidecek, dükkânın ne olduğunu bizzat öğrenecektim.
Ahmet abimle evden dışarı çıktık. Yol boyunca bazı dükkânları gösterdi ve burada ne iş yapıldığını anlattı. Eski Çarşı’dan geçtik. Kasapları, manavları, bakkaliye dükkânlarını, helvacıları, peynircileri ilk defa görüyor ve heyecanlanıyordum. Demek ki, babalar aileleri için hergün sabah erkenden dışarı çıkıyor, dükkânlarını açıyor ve para kazanıp akşam eve yiyecek getiriyorlardı. Bunları ayrıntılı biçimde öğrenmem kolay olmadı. Ne de olsa ayrı bir dünyaydı iş âlemi. Benim ise küçük dünyamın tamamen dışında…
Sonra fırsat buldukça, babama dükkâna gitmeye başladım. Bütün merakım burada gideriliyordu. Çalışmanın gerekliliğini, babaların niçin dışarda çalıştığını öğreniyordum. Daha sonra yaz tatilinde zamanımın büyük çoğunluğunu babamın yanında geçirmeye başladım. Annem sefertasını hazırlıyor, içi yiyecek dolu olan bu mutfak gerecini kaptığım gibi yola düşüyordum. Ve yol üstünde olan, tanıdık amcalara selam vere vere Helvacılar Çarşısı’na varır, oradan da babamın yanına geçerdim. Babam Bakırcılar Çarşısı’ndaydı. Çok önceleri o sokakta hep bakırcılar, kalaycılar varmış, şimdi azalmışlardı demek. Ama yine de tek tük bir iki bakırcı ve kalaycı kalmış.
Dükkâna varırken babamın komşularını mutlaka selamlardım. Onlar da beni tanıyordu artık. Memleketimizde selam vermemek büyük ayıp sayılırdı. Küçükler büyüklere, büyükler küçüklere, akranlar birbirlerine mutlaka selam verirdi. Selamlaşmamak nezaketsizlikti, dinî kurallara uygun davranmamaktı. Bir selam medeniyetimiz vardı âdeta. Toplumu kenetleyen ve birleştiren…
Babamı her zaman çalışırken görürdüm. Zaten onun boş oturduğuna, müşteri beklediğine hiç rastlamadım. Ayakkabı tamircisiydi babam. Eskiden yemeniciymiş, yeni yemeniler yaparlarmış İkinci Dünya Harbi yıllarında… Sonra yemeniler terkedilip de kunduralara geçilince bu mesleği öğrenmiş. Yeni ayakkabı yapmaktan ziyade tamir işlerine yönelmiş. İyi bir ustası varmış, ona mesleği öğretmiş. Babam askerde iken de mesleğini icra etmiş ve ayakkabı tamirciliği yaparak bol bol para kazanmış, teskereyi alırken cebi dolu olarak evine dönmüş. O zaman onlara “köşker” derlermiş. Köşkerlik, eski ayakkabı tamirciliği ve satıcılığı demek imiş. Sonra devir değişti, bu kelime kullanılmaz oldu. “Tamirci” sözü daha fazla yaygınlaştı. “Eskici” diyenler de vardı ama.
Dükkâna varmamla benim görsel şölenim başlardı. Keskin bakışlarımı babama ve yaptıklarına dikerdim. Gelen giden insanları süzer, babamla diyaloglarını can kulağıyla dinlerdim.
Babamın çok geniş bir çevresi vardı. Dükkânın önünden geçenler mutlaka babamı tanır, ona selam verir, hatırını sorarlardı. “Selamünaleyküm Hacı”, “Hacıamca merhaba.”, “Merhaba Hacıabi” en çok duyduğum hitap şekilleriydi. Babam da elini göğsüne bastırırdı. Kendisinden yaşça büyükler için mutlaka ayağa kalkar selamlarına mukabele ederdi. Yaşıtları için hafifçe doğrulur, gençler ve küçükler geçince sadece eliyle selam vermekle yetinirdi.
Babama yaz ayları boyunca hep gittim. Daha doğrusu abim götürdü. Ahmet abim, beni bıraktıktan sonra büyük abilerim Mahmut ve Hayrullah abilerimin yanına geçerdi. Orası daha büyük bir dükkânmış ve bakkaliye dükkânını işletiyorlarmış. Ahmet abime orada ihtiyaçları varmış.
Ben babamla başbaşa kalınca dükkânın içindeki alçak ahşap sandalyeyi alır, babama yakın otururdum. Ve neler yaptığını, eşyalarını, insanlara davranışını gözlemlerdim. Ayakkabısını tamir etmek üzere bir müşteri gelmişse ve oturması gerekiyorsa hemen sandalyemi ona verip içeriden bir tane daha getirirdim. Bazen iki müşteri olunca bana sandalye kalmaz, ben de ayakta durup babamı ve etrafı incelemeye devam ederdim.
Babam ilginç bir adamdı. Meselâ ayakkabıyı dikerken veya kunduraya pençe yapıp çivi çakarken bir taraftan da müşteriyle sohbet ediyor, anlattıklarını dinliyor, soru soruyor, muhabbeti koyulaştırıyordu. Ama işine muntazaman da devam ediyordu. Bu konuşmalar yüksek perdeden olmazdı, çünkü komşuların rahatsız olması istenmezdi. Babam bazen dükkânın içinde, köşede çalışırdı, ama özellikle yaz aylarında mutlaka dükkânın dışına çıkar, kepenklerin önünde oturur, işine orada devam ederdi. Tabii sabah erkenden geldiği için malzemesini de hazırlayıp çıkardı. Sıcağa fazla tahammül edemezdi babam. Çabuk bunalırdı. O zaman havalar çok daha sıcaktı ve klima gibi serinletici aletler yoktu. Çok bunaldığında testiden bir tas soğuk su ister, onunla serinlemeye çalışır, sonra da büyük bir iştahla çalışmaya devam ederdi.
Babamın yanında müşteriler varsa lafa karışmaz, soru sormazdım. Ayıp olurdu. Ama müşteri yoksa babamla daha senli benli olurdum, samimiyetimiz artardı. Türlü sorular sorar, hepsine de cevap alırdım. Yüksünmezdi, “çok oldun, hep sordun” demezdi. Aksine hoşuna giderdi sorularım ve bıkmadan usanmadan tatlı bir şekilde cevap verirdi. Önünde büyük bir örs, sağ tarafında büyük bir teneke olurdu. Örsü bilirdim, ayakkabıyı geçirecek, çivileri öyle çakacaktı. Ama su ne işe yarardı acaba? Bazen elindeki ayakkabıları, içi koyu su dolu olan tenekeye daldırır, ters çevirir, kurutur ondan sonr örse takar, öylece işlemeye başlardı. Ben de çok meraklıyım ya, hemen sorardım: “Babacığım, ayakkabıyı niçin yüzdürdün?” Tebessüm ederdi: “Biraz yumuşasın ki daha rahat çalışabileyim. Yoksa ayakkabının deri olan yüzü de sert olur altı da. O zaman da ben zor çalışırım.” Anlardım. Sonra tenekenin yanında küçücük bir kutu daha görürdüm. İçinde minik minik lastikler görürdüm. Bu sefer merakımı onlar çekerdi. “Bunlar ne işe yarar? Çöpe atsana!” Hemen karşılık verirdi: “Olur mu oğlum, kış aylarında akşamları sobayı bu lâstiklerle tutuşturuyoruz, unuttun mu?” hatırlardım tabii, anlardım ve susardım o zaman. Hatta annem kilere yakın bir yerde bu küçük lâstikleri saklar, ihtiyaç olduğunda bir miktar alıp odaya getirir, sobayı onlarla tutuştururdu.
Babamın dükkânı seyirlik. Öyle ki çalıştığı köşenin her tarafı altı üstü, yan tarafları da ayakkabı. Bunların bir kısmı tamir edilecek olanlar, bir bölümü ise satılacak eski kunduralar… İçeride duvarda asılı ayakkabılar var ayrıca, boy boy, renk renk, çeşit çeşit. Onları sorardım bu sefer: “Bu ayakkabılar ne işe yarar?” Yine tatlı bir dille, tane tane anlatırdı: “Şu sağ tarafta gördüğün boyanmış, düzgün ayakkabılar satılık olan ayakkabılardır. Bunlara biz ‘ikinci el’ diyoruz. Yani tamamen yeni değil, eskice. Başkaları giymiş, kullanmış, bana gelmiş. Ucuza satın almışım. Ben onları tamir edip boyatıp fazla parası olmayanlara makul ücrete satıyorum. Sol tarafta gördüklerin ise tamir edilmiş, sahiplerini bekleyen kunduralardır.” Gerçekten de ayakkabı satın almak için gelenler babamla görüşür, bir kundura seçer, sonra da uzun uzadıya pazarlık yapıp parasını verdikten sonra alır giderlerdi. Dükkânının her tarafı lebaleb ayakkabı dolu. Köyden gelen köylüler, ayaklarındaki lâstik ayakkabıları çıkarıp atmak ve kösele kundura alıp giymek isterlerdi. Babamla sıkı bir pazarlığa girişir, sonunda anlaşırlardı. Ama itiraf edeyim ki genelde köylülerin dediği olurdu. Babam çok merhametli, yumuşak huylu bir insandı. Kimseyi kırmak istemezdi. Hele köyden gelmiş vatandaşlara daha bir sevecen yaklaşır ve şöyle derdi: “Onlar yoksul, parasız, tarlada çubukta çok zahmet çekerler. Ellerine az para geçer. Ayakkabı edinebilmeleri için bizim anlayışlı olmamız gerek. Varsın kârdan zarar edelim, misafirlerimize hediyemiz olsun.” Evet babam köylülere müşteri gözüyle değil misafir gözüyle bakardı. Zira onlar köyden çıkıp şehre gelmişler ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlardı. Onlara özel muhabbeti vardı.
Denizde kum, bende soru. Önlüğünü takmış, kollarını sıvamış çalışan babama yine sorardım: “Bu çiviler niçin aynı boyda değil?” Ayrı ayrı kutularda tepeleme duran çivileri gösterir sonra da: “Keremciğim bunlar beşlik, yedilik, onluk çiviler… Yani boy boy… Her ayakkabıya aynı çiviyi çakmıyoruz. Pençe için ayrı, topuk için ayrı çiviler lazım. Pençeye yedilik çivi kâfi, büyük çakarsam adamın ayağına çivi batar. Ama topukları da küçük çivilerde tutturmak mümkün değil. Onlara da büyük çivi çakıyorum ki, yolda/bağda topuk düşmesin ve vatandaş yarı yolda kalıp üzülmesin.”
Maşallah babam ansiklopedi gibi adam, bilgisi çok fazla. Her soruya cevap veriyor. Hem de teklemeden, duraklamadan. Hiç birinin altında kalmıyor, suallerime karşı sustuğunu hiç görmedim. Mutlaka vereceği bir cevabı, yapacağı açıklaması vardır.
Babama hayranım. İşini çok seviyor. Çok gayretli ve azimli. Siyah önlüğüyle çalışıyor dükkânın önünde. Müşteri görsün diye kenarda duruyor. Bir kısım köylüler, ayakkabı satın alamıyor, yırtılmış olan lâstik ayakkabılarını tamir ettiriyorlardı. Parasızlıktan tabii. Genelde uçları açılmış olan ayakkabıları babam onarıyordu. Başına iplik takılmış iğneyi ayakkabının içinden geçiriyor, sonra da çepeçevre kunduranın tabanını dikiveriyordu. Bazı deri ayakkabılara ise pençe vuruyor veya kenarlarına ince deri yapıştırıyordu. Zamanla pahalı olan normal deri kullanılmaz oldu, daha ucuza üretilen ve lâstiğe benzeyen “sun’i deri” yaygınlaşmaya başlandı. Bundan top top alınıp getirilirdi. Bu taşıma işini önce Mahmut ve Hayrullah abilerim yapardı. Onlar bakkal dükkânını açıp işi büyütünce Ahmet abim görevi devraldı. Sun’i derileri önceleri Diyarbakır’dan alıyordu. Sonra Gaziantep’te daha ucuz olduğunu duyunca oradan gidip satın almaya başladı. Ana malzeme gelir gelmez babam keskin bıçak gibi olan keskisiyle pençelikleri keser ve yanına birazını ayırırdı. Tedarikli çalışırdı her zaman. Müşteriyi hiç bir zaman bekletmek istemezdi.
Babam bazen beni şaşırtırdı. Herkesin yapamayacağı şeyi yapardı meselâ. Çalışırken çivileri ağzına doldurur, sonra bu sivri metalleri ağzından tek tek çıkarıp parmaklarının arasında ayakkabının çakılacak bölümüne yerleştirir, ardından hamle edip çekiçle vururdu. Babamın örsünü de çok seviyordum çünkü ayakkabıları içine geçirdikten sonra çalışabiliyordu. Babam, örs, çekiç ve çivi bir bakıma muhteşe dörtlüydü. Tabii büyük iğneleri ve iplikleri de unutmamak lâzım. Aslında babamın işi çok zevkliydi bana göre. Köylülerin çamura batmış olan ayakkabılarını önce alıp temizliyor, sert ise kovasındaki suya batırıp yumuşatıyor, öyle tamir ediyor. Müşterinin ayağını acıtan çivileri ise sağlam kerpeteniyle çıkarıp onları rahatlatıyordu. Tamir işi bittikten sonra asıl zevkli bölüm başlıyordu. Rengine göre boyuyordu ayakkabıyı babam. Siyahsa siyah, kahverengi ise kahverengi boya. Boya kutuları da tespit taneleri gibi yanyana dizili olurdu. Bir de daha geniş ve alçak bir kutuda duran cila vardı. Cila bilindiği gibi, boya bittikten sonra ayakkabıyı parlatmaya yarayan yağlı nesneydi. Müşterilerin tazelenmiş, tamir edilmiş, bakıma alınıp pırıl pırıl hâle getirilmiş ayakkabılarını giydikten sonra minnet dolu bakışlarını ve “Allah razı olsun Hacı” deyişlerini hiç unutmuyorum.
Babamın çivileme işini seviyor ve hafifçe becerebiliyorum. Ama dikiş işi zordu. Hayret ediyorum, babam ayakkabıların ucuna zorlanmadan kocaman elini nasıl sokar ve buraları dikerdi? İşini severek yapıyordu üstelik. Babamın elleri büyükçe, esmer ve çatlaktı. Ellerinin çizgileri arasında kocaman yarıklar vardı. Hele parmakları… Onları görmeli bir kez. Toprak gibi şerha şerha ayrılmış, lime lime olmuşlardı sanki. Ama babam hep şükrederdi hâline, hâlimize. Şikâyet etmezdi hiç bir zaman. “Alın teri bu, tabii yorulmak şart. Helâlinden yiyoruz, şükürler olsun.” derdi. Babamı çok güçlü ve iyi buluyordum. Yaşlı ve kuvvetli.
Çocuklar babamı çok severdi. Kunduralarını çarşıda en ucuza o diker. Patlayan meşin toplarını o tamir ederdi uygun paraya. Babam da çocukları çok sever, onlara takılırdı. İşini yaptırmaya gelen bütün çocuklara çıraklık teklif ederdi şakacıktan. Hâlbuki hayatı boyunca çırak çalıştırmamıştır yanında. Sebebini soranlara durumu şöyle açıklardı: “Dükkân zaten küçük. Bana zor yetiyor. Bir de çırak mı alalım bu köhne yere? Hem zaten onlara verebilecek param da yok!” Babamla çocuklar arasında kuvvetli bir diyalog vardı. Sevgiye ve saygıya dayalı sağlam bir bağdı bu. Bunu görüyor, hissediyordum. Çünkü babam çocukluğunu yaşayamamıştı. Küçük yaştan itibaren çalışmaya başlamış, keyfince oyun oynayamamıştı. Bir bakıma gözünü açtığından beri çalışma hayatının içindeydi. Yoksulluk çekmişti adamakıllı. Acılar, kahırlar görmüştü. Ama hiç bir zaman ağzından bir şikâyet kelimesi duymadım. Her zaman “Rabbimize şükürler olsun, helâlinden kazanıyor, yiyoruz.” derdi.
Dikkat ediyordum, babam bir ayakkabıyı çivilemek isterse önce yatık duran örsünü doğrultur, sonra ayakkabıyı üstüne oturturdu. Çivileri hazırlar sonra çekici eline alır, çivilemeye başlardı. Pençe yapacaksa, deriyi ayakkabıya göre önceden kesmiş biçmiştir. Çivilemeye başlamadan önce çivi kutusundan küçük bir avucu alır, leblebi gibi ağzına atar, sonra da ikide bir elini ağzına atıp çıkardığı çiviyi ayakkabıya çakardı. Ben çivilerin babama iki açıdan zarar verebileceğini hesaplardım. Biri çivilerin ağzına batması, ikincisi de boğazına kaçmasıydı. Bunu kendisine sorduğumda ferahlıkla güler ve şu cevabı verirdi: “Oğlum çivileri dilimle dişlerimin arasına dizerim. Lâzım oldukça bir tane alıp çakarım. Yerlerinden kımıldamazlar, korkma.” Babam ağzında çiviler olduğu hâlde de dostlarıyla yarenlik eder, müşterilerin sorularına cevap verirdi.
Aradan yıllar geçti. Babam bir gün dikine konulmuş suni deri toplarının üstüne devrilmesiyle belini incitti. Büyük acılar yaşadı, hastaheneye kaldırıldı. Daha sonra kaburgaların kırıldığı öğrenildi. Velhâsıl çalışamaz hâle geldi. Ardından felç geçirdi o dağ gibi adam. Mecburen evde oturmaya başladı. Yaşı doksana yaklaşmıştı zaten. O pazar ve bayram günleri bile çalışan, çalışkanlığıyla memlekette nam salmış babam, artık evden dışarıya adımını atamaz olmuştu. Bu üzüntü onu kahrediyordu aslında. Dükkânını işleten Ahmet abime akşamları komşularını, gelen gideni soruyor, cevap alıyordu. Ahmet abim de kendisine selam gönderen dostlarının isimlerini söylüyordu bir bir. Gözleri yaşlı bir şekilde oğlunu dinliyordu. Uzun yıllar böyle sürdü serencamı. Ve Ahmet abim dükkânla, dükkâna uğrayan ve selam bırakan dostlarıyla babam arasında âdeta fahri postacılık yaptı, köprü oldu. Bu kutlu görevden de hiç bir zaman yüksünmedi, gına getirmedi. Küçük abim, hayırlı bir evlat olmanın önemini idrak etmiş şuurlu bir kişiliğe sahipti.
Ve bir gün çok sevdiği işinden, dükkânından ayrılmak zorunda kalan sevgili babam an geldi, fani dünyadan da ayrıldı. Bütün sevdiklerine veda etti. Şimdi, Şeyh Musa Kabristanı’nda rahmetli annemin yanında yatıyor. Onu “Babalar Günü”nün kutlandığı bugün (16 Haziran 2019) sevgiyle, saygıyla, hasret ve dua ile anıyorum. “Ruhun şâd, kabrin nur, mekânın cennet, menzilin mübarek, makamın âli olsun aziz babacığım. İnan ki seni sadece ben değil memleketteki bütün dostların da unutmadı. Köylüler ise şehre indikçe hep seni sordular. Vefat ettiğini duyunca da rahmetle, minnetle ve şükranla andılar.”
(16 Haziran 2019 İstanbul/Fatih)