Ömrünü şiire adamış olan Ayhan İnal de ebedî âleme göç etti. Toplantılarda okuduğu coşkulu şiirleriyle hafızalarda yer eden ağabeyimiz, 13 Şubat 2021 tarihinde sonsuzluğa yürüdü. 15 Şubat 2021 tarihinde saat 14.00’te Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı’na toprağa verildi.
Ayhan İnal, 16 Ağustos 1931, Yozgat Akdağmadeni’nde doğdu. Ankara Ticaret Lisesini bitirdi (1952). Türkiye Çimento Sanayi T.A.Ş. Genel Müdürlüğü Dış Pazarlama Müdürü olarak görev yaptı. 1980 yılında buradan emekli oldu. Türk Kooperatifçilik Kurumu Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulundu. Şiirleri Mefkûre, Oğuz, Aras, Çağrı, Töre, Hisar, Ocak, Toprak, Defne, Milli Kültür, Türk Edebiyatı dergilerinde yayımlandı. Size Dergisinin Yazı İşleri Müdürü oldu. 1991 yılında Struga Şiir Akşamları’nda Türkiye’yi temsil etti. Bazı şiirleri çeşitli dillere çevrildi. Tercüman gazetesinin Büyük Şiir Yarışması’nda “Karasevda” isimli şiiriyle üçüncülük, Cumhuriyet'in 50. yıldönümünde düzenlenen şiir yarışmasında “Ellinci Yıl Türküsü” adlı eseriyle birincilik kazandı. MTTB’nin 1953’te düzenlediği İstanbul’un Fethi konulu yarışmada aynı adı taşıyan şiiriyle birincilik kazandı. Hür Macar Yazarlar Birliği (Münih) tarafından Gümüş Hürriyet Madalyasıyla ödüllendirildi (1970). Eserleri: Şiir: Gece Yarısı (1965), Yasak Sevda (1970), Dostlarım (manzum portreler, 1977), Çöl Türküsü-Libya Destanı (1979), İstanbul’a Benziyorsun (1985), Bir Yağmur Sonrası (1986), Ölümsüzlük Türküsü (1987), Gönül Destanı (1992). İnceleme: Halil Soyuer Hayatı ve Şiirleri (1981), Orhan Şaik Gökyay (2001). Nail Tan’ın Ayhan İnal ve Şiiri adlı bir biyografi kitabı bulunuyor.
UZUN BİR TANIŞIKLIĞIN ARDINDAN
Ayhan İnal ile dostluğum, Ankara’dan gelip İstanbul’a yerleştikten sonra başlamıştı. Az buz değil, bu tanışıklık yaklaşık 30 senedir devam ediyordu. Bilhassa Türkiye gazetesinde çalışırken Kültür Sanat Servisi’ni yönetirken bizi en çok ziyaret eden büyüklerimizden biri oydu. Sadece bizim servisi değil, önce kadim dostu Gürbüz Azak’a “merhaba” der, ondan sonra Molla Fenari Sokağı’ndaki gazete binamızın ikinci katındaki servisimize gelirdi. Çayını söylerdik, sonra sohbet başlardı. Tabii biricik mevzumuz şiir ve mutlaka Ayhan abiden şiir dinlerdik. Hatıralarını da anlatırdı. Arif Nihat Asya, Orhan Şaik Gökyay, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve Dilâver Cebeci en çok sevdiği dört şairdi. Onlardan hatıralar nakleder, şiirlerini seslendirirdi. Servisimizin diğer iki çalışanı da şairdi: Ekrem Kaftan ve Mehmet Göze. Odamız kışın bile şiirin sıcaklığıyla ısınırdı.
ATİKALİ PAŞA MEDRESESİ’NDE
Ayhan Bey genelde bazı toplantılara katılırdı ama dinleyici olarak… Ancak bir görüş belirtmek gerekiyorsa onu da söyler. Bir intibaı, hatırası varsa dostlarıyla paylaşmaktan hoşlanırdı.
Çemberlitaş’ta Birlik Vakfı’nın hizmet verdiği Atikali Paşa Medresesi’nde 9 Ekim 2008 tarihinde onun adına bir toplantı düzenlenmişti. Burada şiirlerini okumuş, hatıralarını anlatmıştı. Toplantıda iyi bir yazarın özelliklerini ifade etmiş, samimiyet ve özgünlük yanında yazarın yazdıklarına kıyabilmesinin de önemine dikkat çekmişti. Ardından Ârif Nihat Asya, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Nihad Sâmi Banarlı, Orhan Şaik Gökyay, Behçet Necatigil, Nurullah Ataç ve Ömer Asım Aksoy ile alakalı hatıralarını anlatmış ve bu edebiyatçıların ilginç hususiyetlerinden bahsetmişti. Sonra ısrarlarım üzerine bu hatıraları yazmaya da başladı, Türk Dünyası Tarih Dergisi’nde bir kısmını yayımladı. Israrım devam etti, hatıralarını daha sonra kitaplaştırdı. Akıl Fikir Yayınları’ndan çıkan bu hatıratta bilinmeyen birçok husus satır aralarında saklıdır. Yesevi Vakfı’na, Türk Edebiyatı Vakfı’na, Türkocağı’na giderdi ama son yıllarda en çok Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nı ziyaret ederdi, buradaki unvanı “Milli Şair”di.
BÂBIÂLİ’DEKİ UNUTULMAZ SOHBETİ
Ayhan ağabeyle irtibatımız hiç kopmadı. Hep görüştük. Türkiye gazetesi Yenibosna’ya taşındığı zaman da, ben gazeteden ayrıldıktan sonra da sürdü irtibatımız. Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın hizmet verdiği Köprülü Medresesi’nde 2001-2016 yılları arasında tam 15 boyunca çalıştım. Bu tarihî mekânda en çok görüştüklerimden biri de şairimizdi. Bu dostluk halkası yayılmış, başta İdris Alhanlıoğlu olmak üzere vakıf mensupları ile de sürmüştü. Davet ettiğim toplantılara gelir, gerekirse konuşurdu. Ama ESKADER olarak onun adına “Bâbıâli Sohbetleri”nde bir toplantı düzenlemiştik. Bu 99’ncu toplantımızdı ve o gün “Şair ve Yazarlardan Unutulmaz Hatıralar”ını paylaşmıştı. 33 mısradan meydana gelen “Tespih” şiiri vardı. Konuşacağı toplantımızın numarası da hoş bir tevafukla 99’a tekabül etmişti. 60 yıldan beri tanıdığı, kendileriyle sohbet ve muhabbet ettiği edebiyatçılardan bahsetmişti. 12 Nisan 2012 Perşembe günü saat 18.00’de başlayan sohbet, olağanüstü geçmişti.
Sanatkârlara yaşarken hak ettikleri değeri vermemiz gerektiğini belirterek, toplantıyı açmış ve şöyle demiştim: “Ayhan İnal, bu vefayı her zaman hak etmiştir. Çünkü kendisi de bir vefa adamıdır. Arif Nihat Asya, Orhan Şaik Gökyay ve Dilâver Cebeci gibi şairlerle yaşarken dostluğunu koruduğu gibi vefatlarından sonra da en hüzünlü mersiyeleri, en duygulu ağıtları o yazmıştır.”
ARİF NİHAT HOCA’YI UNUTAMADIM
Ayhan İnal, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında şiire başlayış macerasını anlatarak konuşmasına başlamış, “Yetişmemde emeği olanları, şiirde beni teşvik edenleri hiç unutmadım, onları saygıyla anıyorum.” demişti. Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya’yı rahmetle anarken duygulanmış, “Arif Hoca büyük bir gönül insanıydı. Şair olarak zirvedeydi. Şakayı kaldırırdı. Dostlarıyla muhabbet etmekten hoşlanırdı. En güzel zamanlarım Arif Nihat Asya ile geçen zamanlar olmuştur.” diyerek sözlerine devam etmişti. Şairimiz, daha sonra Asya’dan bazı nükteler nakletmiş, sevilen şiirlerini seslendirmişti.
ORHAN ŞAİK GÖKYAY MÜTEVAZIYDI
Orhan Şaik Gökyay’ın büyük bir ilim adamı ve mükemmel bir şair olmasının yanı sıra 1944 Olayları’nda yaptığı savunma ile büyük bir hukuk adamı ve kahraman olduğunu belirten İnal, “Orhan Hoca, son derece mütevazı ve kibar bir beyefendiydi. Çevresindekilere karşı her zaman sevgi ve saygı gösterirdi. O insan olarak da olağanüstü bir kişiliğe sahipti.” demişti.
“ŞİİR SANATLARIN EN ZORUDUR”
Yazar ve ve ressam Gürbüz Azak da şair dostunu o gün yalnız bırakmamıştı. Gürbüz ağabeyimiz konuşması sırasında şu görüşlere yer vermişti:
“Şiir güzel sanatların en zoru, en netamelisidir. Romanın, tiyatronun yardımcı unsurları vardır. Ama şiir tek başınadır. Dolayısıyla daha zordur, daha güçtür. Bazıları şiir diye 200 sayfalık kitap yazar ama şiir olmaz, bazen bir Kızılderili çıkar ve ‘Ağlama ölmeyeceğim’ der, işte o şiir olur. ‘Kurtlar’ başlıklı bir şiir okumuş ve etkilenmiştim, sonra aynı başlıkla bir yazı yazdım, o yazı beni ‘Yılın Yazarı’ yaptı. Ayhan İnal de şiiri bilen, şiiri hazmeden ve şiiri yaşayan bir sanatkârdır. Onunla dostluğum olduğu için çok mutluyum.”
YARIM ASIR SÜREN DOSTLUK
Daha sonra söz alan ressam Etem Çalışkan ise hislerini şöyle dile getirmişti: “Ayhan ile yarım yüzyıllık bir dostluğumuz var. Bu süre içinde hep iyilikler yaşadık, güzellikler gördük. Onun coşkusu her zaman çevresindeki dostlarını da etkilemiştir. En sık görüştüğümüz iki kişi Gürbüz Azak ve merhum Tahir Kutsi Makal’dı. Kendisine daha nice sağlıklı ve şiirli bir ömür diliyorum.”
TEK BAŞINA AYAKTA DURDU
Türkiye’de bütünü görememe hastalığı sanat ve edebiyatta bariz bir şekilde görülür. Meselâ resimle uğraşanlar belirli bazı şairlere yönelir. Müzikle uğraşanlar için birkaç isim vardır meselâ… Bu noksanlık, sadece resimde, müzikte, hatta sinema ve tiyatroda değil edebiyatta da güçlü şekilde hissedilir. Mesela şiir dünyasına bakalım. Dikkat edin Türkiye’de yapılan şiir toplantıları bile neredeyse taksim edilmiştir. Bir grubun düzenlediği şiir programlarında üç aşağı beş yukarı aynı şairler görülür. Bir başka ekibin şiir gecesinde ise farklı şairler… Biz bunu bir ara bir sanat kurumunda düzeltmeye çalıştık. Şiir gecelerine hiç çağrılmayan iyi bir şairin adını verdik, çağrılmadı, çünkü şiir anlayışı farklıydı. Çünkü heceyle yazıyordu ve geleneğe yaslanıyordu. Peki geleneğe dayanmak suç mu? Herkes aynı tarzda yazmak zorunda mıdır? Şiirde de serbest tarzda yazanlar da olmalı, heceyle de, hatta aruzla da… Bu bir zenginliktir. Bu medeniyetimizin enginliği ve genişliğidir, sanatımızın edebiyatımızın uçsuz bucaksızlığını gösterir. Ama gelin görün ki bazı şair dostlarımız, serçeden başka kuş tanımam anlayışındadırlar. Elbette serçe çok sevimli bir kuştur, amma ve lâkin başka sempatik kuşlar da vardır. İşte bunu bazılarına anlatmak kabil olmuyor. Neyse geçelim…
Sözü nereye getireceğimi biliyorsunuz. Elbette yaşayan değerli bir şairden bahsedeceğim: Ayhan İnal’dan. Ayhan Bey Bâbıâli sakinlerinin yakından tanıdığı bir isimdi. O da Ankara’dan İstanbul’a göç ettiğinde fırsat buldukça soluğu Cağaloğlu’nda alırdı. 1985’li yıllarda en çok ziyaret ettiği kişi Türkiye gazetesinin yazarı Gürbüz Azak ağabeyimizdi. Sonra merhum Gültekin Sâmanoğlu’nu, Ahmet Özdemir’i, rahmetli Gülten Çiçek Tural’ı ve diğer dostlarını neredeyse her hafta ziyaret ederdi. Biz Türkiye gazetesinin kültür sanat sayfasında çalışanlar da bu ziyaretlerden nasibimizi alırdık. Hakikaten Ayhan İnal Beyefendi ömrünü şiire adamış bir sanatkârdı. Bu yüzden az şiir yazardı. Şiir kitabı fazla değildir. Çoğunu da kendi imkânlarıyla bastırırdı ve mevcutları kitapevlerinde pek bulunmazdı. Bu, şüphesiz onun titizliğinden kaynaklanıyordu. Şiir ve kitaplarını, Cağaloğlu’nda Kubbealtı Fotokopi’de çoğaltır, çok sevdiği dostlarına hediye ederdi.
2000’li yıllarda Şiirimizden Portreler kitabımın ilk baskısının yapılacağı sırada baktım ki Ayhan İnal burada yok. Onunla henüz röportaj yapamamışım demek ki. Aslında çok sık görüşüyorduk mülakat teklifinde de bulunmuştum ama o bunu sürekli erteliyordu. Nihayet biraz da kitabı vesile kılarak sorularımı hazırladım ve cevapları aldım. Orada şiire nasıl başladığını, sanat anlayışını ve edebiyata dair, tanıdığı sanatkârlar hakkındaki fikirlerini beyan etti.
“ŞİİR SEVGİDİR”
Ayhan İnal Şiirimizden Portreler kitabımızda yer alan röportajında “şiir politikası”nı şöyle dile getirmişti:
“Şiirde, geleneklere bağlı yenilikçi bir görüşe sahibim. Şiir, az sözle çok şey söyleme sanatıdır. Melih Cevdet Anday’ın ifadesiyle, ‘Şiir bilinen sözcüklerle bilinmeyenlerin söylenmesidir.’ Bana göre şiir kelimelerin kendi aralarındaki uyumdan doğan mûsikî, Dıranas’a göre, ‘kelimelerin suskunluğudur.’ Bir şair ‘şiir öfkedir’ diyor. Yabancı bir şair de ‘isyandır’ diyor. Bence tek kelimeyle tanımlamak gerekirse şiir ‘sevgidir.’ Veya ‘güzelliktir.’ Kâinatı, her iki dünyayı kucaklayan Yûnusça bir sevgi. Ve çağlara hükmeden ölümsüz bir güzellik.”
Şairimiz, Bir Yağmur Sonrası isimli şiir kitabının başında şiir anlayışını şöyle ifade ediyordu: “Şiir, ruhun sonsuzluğa kanat açmasıdır.” Ayhan İnal, şiirin sevgiden ibaret olduğunu söylerken bunu “Allah Sevgisi” şiirinde de dile getiriyor ve şöyle diyordu:
Huzurunda duranlarız
Yeri-göğü Yaradan’ın.
Himmetini görenleriz
Yeri-göğü Yaradan’ın
Bize yakın kendimizden
Tutan O’dur elimizden.
Adı düşmez dilimizden
Yeri-göğü Yaradan’ın
Gerçek âşık Hakk’a yanar
Kul dediğin nefsi yener.
Dünya sevgisiyle döner
Yeri-göğü Yaradan’ın
Ayhan söyler sezerekten
“Rabbim” diye gezerekten.
Aşkı taşar yürekten
Yeri-göğü Yaradan’ın.
“Sonsuza Gidiş” şairimizin 1970’te kaleme aldığı önemli bir dörtlük. Bu dört mısrada âdeta bütün sanat anlayışını özetler gibidir:
Dört mevsim solmayan güller bilirim
Aşkınla çağlayan seller bilirim
Ve yalnız seninle ALLAH’a giden
Ölümden öteye yolları bilirim.
EYÜP SULTANI
İstanbul’un manevi muhafızlarından Eyüp Sultan, şairlerin de ilgi odağında olmuştur. Çünkü o İstanbul’un ilk kâşiflerinden, ilk fatihlerindendir. Nitekim Ayhan İnal de “Eyüp Sultan Hazretleri” başlıklı dörtlüğünde şöyle demektedir:
Çağlar önce İstanbul'a giren O,
İlk şehadet rütbesine eren O,
Kabrini buldurup Akşemseddin’e;
Sultan Mehmet Han'a yol gösteren O… (*)
(*) İstanbul'un fethi, Eyüp Sultan'ın şehadetinden 784 yıl sonradır.
Şair, “İlk Işıklar”da ise Fethin güzelliğini, derinliğini hatırlar ve Fetih müjdesini şu şiirle ebedîleştirir:
Sularda izleri nakış nakıştır
Gümüşten okları ilk ışıkların,
Gönülden gönüle o ne bakıştır?
Fetih müjdesidir hür ufukların.
Ayhan İnal’in şiirinde bütünüyle bizim iç dünyamız, manevi duygularımız ve gönül âlemimiz vardır. “Selâm Gelir” o tarz metinlerden biridir. Biraz halk tarzı görülür, biraz da tasavvuf neşvesi… Bu ses, bize aittir, bize dairdir:
Gönül köşkü denen yere
Leylâm gelir, Leylâm gider.
Sevenlerden sevenlere
Kelâm gelir, kelâm gider.
Peşindeyim sine sine
Hasretim yâr sinesine.
Muhabbet, dost hanesine
Tamam gelir, tamam gider.
Koyaklardan yamaçlara
Çayırlardan kıraçlara
Turnalardan turaçlara
Selâm gelir, selâm gider.
Ayhan İnal aynı zamanda ‘aşk şairi’dir. O aşkı diğer birçok şairimiz gibi ihmal etmez ve yaratılıştan beri insanoğluyla var olan bu duyguyu, en ince hâliyle mısra mısra terennüm eder. “Kullar Bizi Ayıramaz”, o tadı ve zevki veren iyi şiirlerindendir:
Sultan olsa başımıza
Kullar bizi ayıramaz.
Hükmü geçmez aşkımıza
Yollar bizi ayıramaz.
Aklımızı çelip giden
Bağrımızı delip giden
Ömrümüzü alıp giden
Yıllar bizi ayıramaz.
Boran olup devirse de
Alev olup kavursa da
Gurbet gurbet savursa da
Yeller bizi ayıramaz.
Ölüm gerçek, hayat yalan
Bir sevgi var elde kalan.
Varımızı etse talan
Eller bizi ayıramaz.
ÖLÜMSÜZLÜK TÜRKÜSÜ
“Karasevda” aşkın gücünü gösteren bir şiir. Şairin bir şiir kitabına isim olan “Ölümsüzlük Türküsü” de çok güzeldir. “Ney Sesleri” ve “Mevlâna’ya Merhaba” şiirleri de mistik tarzda kaleme alınmış metinler… Hepsi iyi güzel hoş ama ben şairin çok sevdiği bayrak şairimiz Ârif Nihat Asya’ya yaktığı ve vefalı yönünü da gösteren “Ağıt” çok hoşuma gider. Şöyle başlar:
Gözümüz, canımız, Hoca’mız gitti
İnsanlıkta, sevgide pirîmiz
Şiirde, nesirde en büyük ustamız gitti.
Memleket sevdası, aile sevgisi, Allah’a bağlılık ve yitirilmişlere hasret, şairin şiir dokusunun özünü teşkil eder. Onlar arasında bulunan “Sen Varsın” şiirinde insanoğlunun dramını aksettiren mısralar buluruz:
Yazdığım her şeyde yalnız sen varsın
“Sen” diye çığrışır kâğıtlar, tuşlar.
Cümle sonlarını sen noktalarsın
Satırbaşları hep seninle başlar.
İnsani aşkın, sanatkârların hep ilgisini çektiği doğrudur. Şairler dönüp dolaşıp aşk simidine sarılır. Bu bazen beşerî aşktır, bazen de ilerlemiş duygu seli, yani ilahî aşktır. Mecrası değişmiş, tadı mana kazanmış, iklimi renklenmiştir. “Tek Ümidim”de benzer bir ruh hâli ile ortaya çıkmış mısralarla karşılaşıyoruz:
Okyanusta can simidim
Gökyüzünde kanadımsın
Dünyadaki tek ümidim
Değişmeyen muradımsın
Mülâkatımızda, “tezgâh”taki çalışmaları sormuştum. Bana bazı kitaplarının yayımlanabileceğini söylemişti. Bunlardan sadece hatıratı vücut buldu, yeni şiir kitabı gün yüzüne çıkmadı. Ama Hikmet Neşriyat için hazırladığımız Türk Klâsikleri serisinden Orhan Şaik Gökyay isimli eseri neşredildi. Onu da ben teklif etmiştim. Kırmamış bu güzel eseri kaleme almıştı. Biraz da Gökyay’a olan muhabbeti buna vesile olmuştu. Her karşılaştığımızda şiir kitabını sorardım. Hepsini topladığını ve tek kitap hâlinde neşredeceğini söylüyordu ama kısmet olmadı.
DOSTLARI ANLATIYOR
Nail Tan, Ayhan İnal’ın yakın dostuydu ve onun hakkında Ayhan İnal ve Şairliği isimli önemli bir kitap yayımlamıştı 1981’de. Bu eserin yeni baskısı beş on sene önce yapılmıştı. Tan bu kitapta Ayhan İnal’ın özellikle dil konusunda titiz bir şair olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Halk kaynağından da fazlasıyla yararlanır, fakat asla taklide kaçmaz. Hecenin hemen her türüne rastlanır şiirlerinde. Nitekim Bir Yağmur Sonrası’nda iki heceliden on dört heceliye kadar çeşitli örnekler görmekteyiz.’ diyordu.
Nail Tan kitabının ikinci baskısını daha sonra zenginleştirdi ve 50. Sanat Yılı’nda Ayhan İnal, Hayatı, Sanatı, Şiirleri adıyla yeniden neşretti. Bu eser münasebetiyle Ayhan İnal, 2 Aralık 2003 tarihinde “Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü”nü aldı. Cumhuriyet dönemi Türk şairleri arasında haklı bir üne sahip olan şairimizi çeşitli yönleriyle ele alan eserin önsözünü kaleme alan Turan Yazgan, “İnal, 24 saat şiirle iç içe yaşamış, soluk olarak şiir alıp şiir vermiştir. Bol bol güçlü şairlerin şiirlerini okumuştur. Bu okuma onu coşturmuş, bunlardan daha güzelini yazma yolunda kamçılamıştır.” der.
Ayhan İnal şiirlerinde vatan sevgisi, bayrak sevgisi, tarih şuuru ve aşk konularına genişçe yer verir. Ama genelde konu sınırlamasına gitmez. Toplumu ilgilendiren her mesele onun da gündemindedir. Dolayısıyla mistik şiirlerden hamasi şiirlere kadar eserlerinde her konuya rahatlıkla rastlanır. İstanbul’u da anlatır şiirinde sevdayı da… Bayrağın dalgalanışını da dile getirir, ecdat muhabbetini de… Mısralarında sağlam bir millet sevgisi, esaslı bir vatan aşkı ve tarih şuuru vardır. Halk ağzıyla kaleme aldığı şiirleri ise Akdağlı Kara Ozan mahlasıyla kaleme almıştı. Bu tür şiirleri aslında çoktur ve ayrı bir kitap olabilecek seviyededir.
GÜZEL ŞİİR OKURDU
Her şair iyi şiir yazabilir, ama her şair iyi şiir okuyamaz. Mesela Cahit Sıtkı iyi şiir yazar ama kötü şiir okurmuş. İşte Ayhan İnal hem iyi şiir yazabilen hem de şiiri, hakkını vererek seslendirebilen sanatkârlardandı. Kendi şiirlerini de, başka şairlerin şiirlerini de nefis bir tonlama ile okurdu. Sesi gürdü ama her şiirin akışına uygun olarak mısralara ses verirdi. Hüzünlü şiirleri yavaş sesle, hamasi şiirleri ise gür bir sada ile okur, dinleyicileri mest ederdi.
Yıllarca Gültekin Sâmanoğlu, Tahir Kutsi Makal, Ahmet Özdemir ve diğer şair dostlarıyla birlikte Gülhane’de Halk Ozanları için buluştu. Yesevi Vakfı’nda Şiir İkindileri’ne katıldı, Para Palas’taki şiir programlarında yöneticiydi. Bu toplantıların diğer idarecileri ise Gültekin Samanoğlu, Feyzi Halıcı, İlhan Geçer ve Ahmet Özdemir’di.
ÖLEN PAPAĞANA GÖZYAŞI
Şairimiz yufka yürekliydi. Bir gün son derece üzüntülü bir şekilde vakfa gelmişti. Ben doğrusu endişelendim, acaba bir yakınını mı kaybetmişti acaba? Merak edip sordum da o gün. “Evet dedi, çok üzüntülüyüm. Çünkü papağanımı kaybettim.” Ölen papağanı için gözyaşı dökebilen, merhametli bir yüreğe ve ince hislere sahipti.
Ayhan İnal vefalıydı. Dostlarına mutlaka şiir yazar, onlara ithaflarda bulunurdu. Sanırım yakın dostlarından hiç kimseyi bundan mahrum etmedi. Eh bu kadar kadirşinas olan bir sanatkâra başka şairler de ilgisiz kalamaz elbette. İşte şair Ömer Kayaoğlu’nun da İnal için yazdığı dörtlük:
Alnından damlayan terini gördüm
Aşkın doruğunda yerini gördüm
Heceyi diriltmiş Türk şiirinde
Ayhan İnal diye birini gördüm.
KUBBEALTI’NDAKİ ŞİİR LEVHASI
Ayhan Beyle hatıralarımız çok… Müşterek dostlarımız da fazla şükürler olsun. Ama bu yazıyı unutamadığım bir hatıra ile noktalamak istiyorum. 2001 yılıydı. Her anlamda uzaklara giden basın dünyasına veda edip, emekliliğimi de almış, Suriçi’ne yani nefsî İstanbul’a dönmüştüm. Şimdi Fatih ilçesi olarak tanımlanan bu belde, hakiki İstanbul’dur. Çemberlitaş’ta Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nda işe başlamıştım. Talebelik yıllarımda Kubbealtı Cemiyeti adıyla hizmet veren vakfa zaten aşinaydım. Burada düzenlenen sohbetlere iştirak ederdim. Birçok büyüğümüzün sohbetini, o kubbelerin altında dinlemek nasip oldu. Çemberlitaş’taki Köprülü Medresesi’nde işe başladıktan sonra beni ilk ziyaret eden ve “hayırlı olsun” temennisinde bulunanlardan biri de Ayhan İnal ağabeydi. O günü çok iyi hatırlıyorum. Vakfın iç salonunda çerçeveletilip duvara asılmış güzel bir şiir vardı. Yûnus Emre’ye ait olduğunu bildiğimiz güzel bir dörtlüktü bu. Sohbet esnasında gözleri o mısralara takılmıştı Ayhan abimizin. Az sonra biraz da hayretle bana bakarak, “Mehmet Nuri, bu şiir benim! Elbette Yûnus Emre en büyük şairlerimizdendir. Ama bu dörtlüğün altına benim değil yanlışlıkla Yûnus’un ismi yazılmış.” Tabii çok ilginç bir durumla karşılaşmıştık. Her zamanki iyimser tabiatımla, “Ayhan ağabey, bu şiirinizi demek o kadar beğenmişler ki, ‘Yazsa yazsa bu şiiri Yûnus Emre yazar.’ diyerek onun imzasını kullanmışlar. Ama madem hakikat böyledir, öyleyse düzeltelim. Derhâl çerçeveyi indirdim. O da şöyle bir katkıda bulundu. “Şiiri ben yazdırayım.” dedi. Bu şiiri, birkaç gün içinde ressam ve hattat dostu Etem Çalışkan’a Latin harfleriyle yazdırdı, vakfa getirdi. Nefis bir stille üstelik ebru üzerine… Ayrılırken, “Benden yazdırması senden de çerçeveletip asması…” dedi. “Elbette…” diyerek hemen bu kartona yazılmış eseri aldım. Akşam işten dönüşte komşumuz bir çerçeveciye vermek üzere yanımda getirdim. İşim her zaman olduğu gibi başımdan aşkınmış demek ki… O telâş içinde bir süre unuttum. Veya çerçeveciye gitmek için fırsat bulamadım. Ayhan Bey birkaç sefer gelip baktı, şiir yok… Bana hatırlattı tabii. Ben evdeki o eski meşhur ve muazzam arşivimde ha bire arıyor ama şiiri bulamıyordum. Bu arama faslı aylarca sürdü. Bu kayba hakikaten çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ha bugün ha yarın derken bir gün artık ben de sabırsızlandım ve hanımdan yardım istedim. Birlikte kalabalık arşivimi tek tek taradık. Şükürler olsun ki bulduk. Nasıl sevindim anlatamam. Hemen o akşam çerçeveciye verdim ve ertesi sabah aldım. O gün de vakıftaki odama, kapının üstüne astım. Çok güzel durmuştu. Tabii bu sevinç içinde aradım Ayhan Beyi. Evdeydi. “Ayhan ağabey müjde. Şiiri buldum, çerçevelettim ve odama astım.” O gün hemen geldi ve gördü. Çok memnun olmuştu. Vakıfta çalıştığım 15 yıl boyunca bu şiiri gelip giden bütün misafirlerim gördü, okudu ve beğendi. “Ayhan İnal” imzalı “Tezat” başlıklı şiirin mısraları şöyleydi:
İnsanlar çula düştü.
Paraya, pula düştü.
Sana gönül vermek de
Bu garip kula düştü.
Şairler ölür ama ölümsüz mısralarıyla aramızda yaşamaya devam ederler aslında. Ben Ayhan İnal’in de unutulmayacaklar kervanına katıldığını düşünenlerdenim. Son görüşmemiz Cağaloğlu’nda Molla Fenari Camii’nin köşesinde olmuştu. Ayaküstü sohbet etmiş hatta bir hatıra fotoğrafı bile çekmiştik. Ne denir. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. Şairimize biz de Yahya Kemal gibi seslenelim: “Evvel giden ahbaba selam olsun erenler!”