Yakın dostlarınızın ardından zor yazarsınız. Zira acı tatlı hatıralar ansızın çıkagelir, etrafınızda cirit atmaya başlar. Birlikte ettiğiniz keyifli sohbetler, yaptığınız yolculuklar, konuştuğunuz mevzular, güldüğünüz nükteler velhasıl bütün bir hayat, çevrenizde dönüp dolaşır. Ama yazmalısınız. Hele yaklaşık 40 yıllık bir muarefeniz varsa duramazsınız. Gözleriniz yaşarsa da, yüreğiniz zorlansa da zihninizdeki bilgi kırıntılarını kaleme dökmelisiniz. Kim bilir bu anlattıklarınız belki ileride bir üniversite tezine, bir araştırmaya, bir kitaba konu olur. Muallim Naci diyor ya: “Bir hakikat kalmasın âlemde Allah’ım nihan…” Bütün gerçekler söylenmeli, sevgiler anlatılmalı, cihanda hiçbir hakikat gizli kalmamalıdır.
Abdullah Kaplan’dan bahsedeceğimi biliyorsunuz. Zira başlık zaten bu mevzuyu ele veriyor. Ama neresinden başlayayım, bilmem ki! En iyisi sırayla yürümek ve mazi yolculuğunu aheste bir şekilde gerçekleştirmek. Tam gün ve ayını hatırlamasam da tanışmamız 1980 yılında olmuştu. Zira 1979’da Erzurum’dan başka arkadaşlarla Abdullah da İstanbul’a nakil yapmıştı. Ben de Edebiyat Fakültesi’nde okuyordum. Ama o sanırım iki sınıf öndeydi. Yani ben birinci sınıfta iken o üçteydi. Son sınıfa doğru askeri üniforma ile gelmeye başlamıştı fakülteye. Zira askerî öğrenci olmuştu. Hafızam beni yanıltmıyorsa İskender Pala da aynı dönemde askerî öğrenciydi. Önce Türkoloji kütüphanesinde memurluk yapmış, sonra Askeriye’nin Denizcilik bölümüne girmiş, ardından kaleme aldığı kıymetli yazılar ve eserlerle “Divan edebiyatını sevdiren adam” olmuştu.
Tabii Abdullah’ın iyi bir çevresi vardı. Sadece fakülte koridorlarımız bir değil, inanç ve dostluk muhitimiz de hemen hemen aynıydı. Fakültede İlhan Öztin, Ahmet Tezcan ve diğer arkadaşlar da vardı. O zaman etrafında bulunduğumuz eski Yeni Asya gazetesinde ise Suad Alkan, Muhsin Demirel, Sadık Albayrak, Mehmet Nuri Bingöl ile de muhabbeti vardı.
ASKER OLUNCA GÖRÜŞMELERİMİZ AZALDI
Tabii orduya intisap edip de asker olunca irtibatımız ister istemez zayıfladı. Ben gazetecilik yaparken o sıkı bir disiplin içinde kıtada bulunuyordu. Çok nadir görüşmeye başlamıştık. Artık “azami” değil “asgari” irtibatımız vardı. Bu fetret döneminden sonra bir gün askeriyeden ayrıldığını öğrendim. “28 Şubat Zulmü”nün memleketi kasıp kavurduğu sıralarda onun da diğer dindar arkadaşları gibi ordudan ilişiği kesilmişti. Ama bu haksızlığa itiraz etti ve hukuki yollara başvurdu. Sadece o değil daha başka atılan yüzlerce dindar arkadaşı vardı. Hepsi birden dernek kurdular: Adaleti Savunanlar Derneği ASDER’nin kurucuları arasındaydı. Açtıkları bu dava üzerine beraat ettiler, tazminat hakkını kazandılar ama o bir daha orduya dönmedi. Daha sonra da kısa adı İSEDER olan İstanbul Edebiyat Mezunları Derneği’nin kurucuları arasında onu gördük. Sivil toplum kuruluşlarını seviyordu ve bu konuda epeyce mahirdi. Hatta bir ara İstanbul’da yaptığımız bir yolculukta bana, “İki derneğin isim babası benim. Hem ASDER’in, hem de İSEDER’in.” Hakikaten iki derneğimizin de isimleri çok güzeldi ve bunları merhum Abdullah Kaplan arkadaşlarına kabul ettirmişti. Tabii edebiyatçı olunca hâliyle bu tür çalışmaların içinde olursunuz.
İSEDER İFTARLARINDA BULUŞMALAR
ASDER’de daha ziyade asker kökenli arkadaşlarla bir araya geliyordu. O toplantılarda ben hiç bulunmadım. Ama İSEDER toplantılarında ve iftarlarında sağ olsunlar beni de davet ediyorlardı. Zira ben de İstanbul Edebiyat mezunuydum. Dolayısıyla bu derneğe katılma hakkım vardı. Bana üyelik teklif edilince hemen kabul ettim ve İSEDER’e üye oldum. Ama ne yazık ki çok faal olamadım. Zira aynı sıralarda ben de ESKADER’in yani Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’ni arkadaşlarla kurmuştum. Dolayısıyla iki ayrı dernekte aktif olmak zordu. Sanıyorum merhum Abdullah da teklifim üzerine ESKADER’e üye olmuştu. İSEDER’in her sene Ramazan’da iftarları olurdu. Edebiyat Fakültesi mezunu arkadaşlar o sofrada buluşurdu. Beni de davet ederlerdi. Giderdim. Çok güzel hatıralar anlatılır, sohbetler edilir, şakalar yapılırdı. Genelde Topkapı civarında olurdu bu müstesna buluşmalar. Tabii fakülteden hocalarımız da gelirdi, sınıf arkadaşlarımız da… Abdullah bir ara İSEDER’in Başkanlığı’nı da deruhte etti.
ŞEHİR TİYATROLARI’NIN AŞİNA SİMASI
Boş durmayı sevmeyen gayyur bir mizacı vardı. Dolayısıyla iş arayışları arasında kendisine teklif edilen İstanbul Şehir Tiyatroları Müdürlüğü’nü kabul etti. Şehir Tiyatroları, onun döneminde çok başarılıydı. Zira kurumun müdür koltuğunda, cevval ve sanatçı dostu bir müdür oturuyordu. Sanatçılarla, çalışanlarla çok güzel ve ahenkli bir mesaisi vardı. Şehir Tiyatroları yöneticileri sağ olsunlar yaklaşık 30-35 yıldan beri galalara beni davet ederler. Gazeteci olmam hasebiyle seyrettiğim oyunları yazar, tanıtırdım. Bilhassa Abdullah’ın müdürlüğü zamanında, Harbiye’deki binaya gala saatinden önce gider, odasına çıkar, kendisini ziyaret ederdim. Çok sıcak bir şekilde karşılardı. Zaten o tam manasıyla üstadının ifadesine uygun olarak mükemmel bir “muhabbet fedaisi” idi. Oturup her konudan bahsederdik. Sanattan, siyasetten, edebiyattan, geçmişten… Güçlü bir mizah yeteneği vardı, nüktedandı. Meselâ eski gazete çevresinden Suad Alkan abiyi anıyorsak hemen taklidini yapar hazirunu güldürürdü. Yeni Asya gazetesinin eski ihtilaflı dönemlerini konuşurduk. Sonra bu gazeteden belli başlı bütün yazarların niçin ayrıldığını ayrıntılarıyla anlatırdı. O meseleleri iyi bilir ama bunları sadece hususi dostlarıyla paylaşırdı.
HALICILAR’DAKİ İYİ KOMŞUMUZ
Abdullah Kaplan, Fatih’e yerleşip Halıcılar Caddesi’ne yakın evde oturmaya başladıktan sonra dostluğumuz daha da pekişti. Zira daha sık görüşmeye başladık. Hatta ailece birbirimize gidip gelmeye başladık. Artık hanımlar da arkadaş olmuştu, çocuklar da. Oğulları Sabri, Enes ve Emre, oğullarım Fatih Kerem ve Ömer Faruk’un yakın dostlarıydı. Sık sık buluşuyor, diğer arkadaşlarıyla oturup muhabbet ediyorlardı. Abdullah Bey, eğitim konularına vâkıftı. Çocuklarının eğitimiyle yakından ilgilendiği gibi yakın dostlarının çocuklarından da bu alakayı esirgemiyordu. Dolayısıyla bizim çocuklar büyürken ona danışma ihtiyacını hep hissederdik. İlkokuldan sonra ortaokul, lise ve üniversite giriş imtihanlarında sürekli olarak istişarelerimiz oldu. Bizi hep doğruya, iyiye yönlendirdi. Bugün şükürler olsun ki iki oğlumun başarılı bir şekilde tahsillerini tamamlamasında, onun hayırlı elinin dahli ve emeği olduğunu söylemeliyim. Bundan dolayı üstümüzde hakkı vardır. İnşallah helal etmiştir. Tabii çocukların okullarını konuşmak için daha sık gidip gelirken eski günleri de yâd eder, uzun zamandır göremediğimiz müşterek dostlarımızı hatırlar, onlardan da uzun uzadıya bahsederdik.
Merhum dostum büyük oğlu Sabri’yi İstanbul’da evlendirmişti. Kalabalık bir insan kitlesi orada bulunmuştu. Küçük oğlu Enes’i ise Gaziantep’te evlendirmişti. Şükürler olsun ki çocuklarından ikisinin mürüvvetini görmüştü.
BÜYÜK BİR ÂLİMİN OĞLUYDU
Abdullah Kaplan ve kardeşleri büyük bir âlimin, Kırıkhan eski Müftüsü Selahaddin Kaplan’ın oğullarıydı. Babalarının ne kadar büyük bir âlim olduğunu, hatta Kur’an tefsiri hazırladığını 1990’lı yıllarda küçük oğlu Sabahattin’den öğrenmiştim. Sabahattin de bu müstesna ailenin has ferdiydi ve ailece onlarla da görüşüyorduk. Kendisi Siyasal mezunu olmasına rağmen farklı alanlarda temayüz etti, kültür dünyasına aşinalığı çoktur. Hatta bir ara çıkardığımız Doğuş gazetesine yazılar da yazdı Sabahaddin. Şairliği de vardır.
FETÖ İHANETİ KARŞISINDAKİ ŞUURU
Bütün vatansever dindarlar gibi Abdullah Kaplan da FETÖ ihanetini mümin basiretiyle ilk keşfedenler arasındaydı. Zira orduda yaptıklarının bizzat şahidi olmuş, diğer rütbeliler üzerindeki baskılarına yakinen şahit olmuştu. “İrtica” gerekçesiyle ordudan atılanlar, umumiyetle bu ihanet şebekesiyle alakası olmayanlar, hatta onlara karşı duran dindarlardı. Zira bu istihbarat şebekesinin mensupları, her kılığa giriyor ve kendilerini asla fark ettirmiyorlardı. Komuta kademesi, abdest alan, namaz kılan ve hanımı başörtülü olanları tespit ediyor, bunların “irtica” ile alakalı oldukları vehmine kapılıyor, tasfiyeye bu şekilde devam ediliyordu. Samimi dindar olanlar ve gerçek vatanperver subaylar tasfiye edilirken, kendilerini gizleme konusunda mahir olan ‘mahrem’ casuslar, en üst mevkilere getiriliyorlardı. Tabii bu suç şebekesinin soru hırsızlıkları da ayyuka çıkmış hatta çoluk çocuğun bile diline düşmüştü. İhanet gecesinde meydanlara ilk çıkanlar arasında Abdullah Kaplan ve ailesi de vardı. O da bütün namuslu vatandaşlarımız gibi alçak isyana direndi ve şükürler olsun ki Türkiye’ye kasteden hainlerin kalleş kalkışması, Cumhurbaşkanımızın güçlü iradesi ve önayak olmasıyla püskürtüldü. Devletimiz, milletimiz, ordumuz ve güvenlik güçlerimiz birlik ve beraberlik şuuru içinde ülkemizi ihanet örgütünden temizledi. O sıralarda en sert şekilde dik duruş sergileyenler arasında Abdullah Kaplan ve dostları da vardı.
KİTAP HEDİYELERİMİZ
Dediğim gibi işyerlerimizdeki ziyaretleşmelerimiz hep sürdü gitti. Ben Harbiye’ye Şehir Tiyatroları’na giderken o da çalıştığım Çemberlitaş’taki Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’na zaman zaman geliyordu. Birlikte çay içerken yine hatıralara dalıyor, maziyi anıyor ve tatlı sohbetlerde bulunuyorduk. Vakıfta bir ara “Ya Mehmet Nuri, senin kitapların bende yok.” deyince yanımda mevcut olan kitaplarımdan imzalayıp vermiştim. Ev ziyaretlerine giderken de yanımda götürüyordum. O da Şehir Tiyatroları’na gittiğimde yanındaki kitaplardan armağan ediyordu. İkimiz de kitapseverdik ve birbirimize kitap hediye etmeyi seviyorduk. Üstelik Abdullah sosyal, siyasi, kültürel ve dinî eserleri sıkı bir şekilde takip ediyor, okuyordu.
ENVER YORULMAZ’I ZİYARET
Sanırım 2019 yılıydı. Yayın Yönetmeni olduğum Mihrabad Yayınları ve Damla Yayınevi birlikte Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki kitap fuarına katılmıştık. O gün zannediyorum yazarlarımızdan Murat Başaran ile birlikte imza günümüz vardı. Abdullah da fuarı gezerken bizi gördü. Geldi, sıcak bir selam verdi, musafaha ettik, kucaklaştık. Murat ile onu tanıştırdım. İsmen birbirlerini tanıyorlar ama bugüne kadar vicahi olarak görüşmemişlerdi. Böylece şifahi muarefe vicahiye dönüştürülmüş oldu. Oturduk sohbet ettik. Vakit akşama yaklaşmıştı. İmza saati dolarken Abdullah’a şu teklifte bulundum: “Biz Murat’la birlikte Beylerbeyi’ne Enver Yorulmaz’ı ziyarete gideceğiz. Biraz rahatsızmış. Gelmek ister misin?” Bu sözlerim üzerine sevinçle “Elbette, çok iyi olur. Enver benim de kadim dostumdur. Uzun yıllardır görmedim. Ziyaret etmek isterim.” dedi. Üçümüz Murat’ın arabasına bindik, Bağlarbaşı’ndan Beylerbeyi’ne vardık. Yolda o kadar tatlı bir muhabbet oldu ki… Abdullah ile Murat kırk yıllık ahbap gibi kaynaşıvermişlerdi. Tabii ben de çok mutlu olmuştum bu sıcak dostluğun başlamasına… Beylerbeyi’ne geldik. Enver Bey, deniz kenarındaki kira evinde bizi bekliyordu. Zira telefonla kendisine haber vermiştik. Abdullah’ı da görünce çok sevindi. İki kadim dost kucaklaştılar. Oturup sohbet ettik. Enver Bey mükrim bir insandır. Evinde, elinde ne varsa çıkarır, sofrayı donatır, misafirlerini hoşnut ederdi. O gün de çay, bisküvi, pasta, ardından meyve… Bir de ders yapıldı. Hatta Murat bize Risalelerden bir parça okudu. Feyizli, verimli ve gerçekten anlamlı unutulmaz bir gün olmuştu. En büyük ikram ise sona bırakılmıştı. Evde ablasından izin alan minik bir can dostu, yani kedi kapıdan geldi ve âdeta hepimize “hoş geldiniz” dedi. Adı Çekirge imiş. Önce Murat’ın kucağına gitti, kendisini biraz sevdirdi. Murat kediseverdir zaten hatta birkaç kedi beslemiştir. Kediname’de hem kedi yazısı hem de kedileriyle fotoğrafları vardır. Ardından bana geldi kucağıma oturdu, ben de onu sevdim. O ara Abdullah’a takıldım: “Sizin evde kedi yok galiba.” “Maalesef yok” dedi. Baktık beyaz kedi benden ayrılıp Abdullah’ın kucağına gitti ve en çok da onun yanında kaldı. Şaşırdım kaldım. “Allah Allah, ben de sandım ki kedi sadece kedi besleyen amcalara gidiyor, bakıyorum seni de ihmal etmedi, çok adaletli davranıyor Çekirge.” deyince “Yok yok o biliyor. Ben eskiden çok kedi baktım, ailece kediseveriz.” karşılığını verdi. “Tamam dedim, onun için senden bir türlü kopamıyor. Gelen bütün misafir amcalar kedisever. Çekirge de bizi sevdi.” Gülüştük.
GAZİANTEP’E YERLEŞMESİ
Son olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde “Danışman” olarak çalışıyordu. Ancak bu görevinden ayrıldı. Zira İstanbul’dan ayrılmayı kararlaştırmışlardı. Abdullah Kaplan’ın ailesiyle birlikte Gaziantep’e yerleşmeleri beni ve ailemi doğrusu çok üzmüştü. Çünkü iyi, hayırlı ve kafa dengi bir komşudan mahrum kalmıştık. Ama irtibatımız şükürler olsun ki hiç kopmadı. İnternet üzerinden, epostalarla, sosyal medya hesaplarımızla ve cep telefonlarıyla devam etti. Ben aynı şehirde yaşayan dostların mutlaka irtibat kurmaları gerektiğine inandığım için Gaziantep’te yaşayan kıymetli yazar Burhan Bozgeyik ile görüşmelerini istiyordum. Bir ara bunun için aramış ve müşterek dostumuzun telefonunu vermiştim. Burhan Beye de Abdullah’ın telefonunu ilettim. Görüştüler, dostluklarını tazelediler.
SEYAHAT ETMEYİ ÇOK SEVİYORDU
Rahmetli dostum seyahat etmeyi çok seviyordu. Çocuklar da İstanbul’da olunca fırsat buldukça Gaziantep’ten yola çıkıyor ve soluğu İstanbul’da alıyordu. Tabii gelişi ile dönüşü bir oluyordu. İstanbul’a üç çocuk… Bir de iki kardeş… Gaziantep’te aile… Diyarbakır’da babaevi… Bir bakıma üç bölünmüştü. Fakat kimseyi ihmal etmiyordu. İşin güzel tarafı gittiği şehirlerde dostlarını arıyor, buluyor, onlarla muhabbetini yeniliyordu. Koronavirüs salgını başladıktan sonra da bu hususiyetini terk etmedi. Bir de sosyal medya hesabında paylaşıyordu bunları. Tabii ben de kendisine takılıyordum: “Maşallah, ne güzel. Evliya Çelebi gibi seyyah oldun.” Şimdi kendi kendime düşünüyorum da acaba diyorum, ayrılık vaktinin yaklaştığını hissettiği için mi bütün dostlarını tek tek ziyaret ediyor, âdeta onlarla hâlleşiyor, helalleşiyor, vedalaşıyordu. Bilinmez ki, kim bilir?
ARKADAŞ CANLISI
Arkadaş canlısı, dost tutkunuydu. Fahri Tuna ile yakın dostlukları vardı. Bir ara bir fotoğraflarını bulmuş ve paylaşmıştım. İkisi bir statta, maçta idiler. Sanırım Galatasaray’ın gol atması ve zaferi üzerine coşku dolu gülüşleri muhteşemdi. Hani Nâzım Hikmet’in ressam Abidin Dino’ya “Mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” deyişi gibi bence o fotoğraf da “mutluluğun fotoğrafı”dır. Veya Ziya Osman Saba’nın kitabında yer aldığı gibi Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’den çıkmış bir karedir.
Sadık Yalsızuçanlar ve kitabı hakkında bir yazı yazmıştım. 10 Mart 2021 tarihinde bana yazdığı mektupta şu ölümsüz satırları kaleme almıştı: “Bir dostun dosta anlatması, muhteşem ötesi olmuş. Bütün bir hayatını ve serüvenini özetlemek Mehmet Nuri'ce bir dokunuş olsa gerek. Şiir Antolojisi hazırlığı ve yayınında aktif çalışmıştım. Şairlerle görüşmek, biyografilerini derlemek, şiirlerini toplamak… Kitap çıkınca TSK bünyesinde çalışmaya başladığım için, önsöze girememiştim. Bir önemli not daha. O antolojiye o zaman henüz 17 yaşında bir delikanlı olan birader Sabahattin Kaplan da dâhil olmuştu. Yüreğine, kalemine sağlık kardeşim. Miraç Kandilimiz mübarek olsun. Abdullah Kaplan.”
AORT DAMARI DEĞİŞİKLİĞİ
Belli bir yaştan sonra hastalıklar artar, rahatsızlıklar ziyadeleşir. Onun da bir kalp rahatsızlığı başlamıştı. Durumunu dostlarıyla paylaşmayı seviyordu. Ciddi bir ameliyat geçirmişti. 3 Ekim 2018 tarihinde sosyal medya hesabında yayımladığı “Aort Damarı Değişikliği” başlıklı yazı şöyleydi:
“Üzerinden tam bir yıl geçti. Ahiret ile dünya arasındaki ince çizgiyi hakkıyla fark ettiğim ve yaşadığım bir süreçti. Acil’e kaldırılmıştım ve her yönüyle muhteşem imkânlara ve personele sahip Koşuyolu Yüksek İhtisas Kalp Hastanesinin acil kısmında son derece hızlı bir şekilde tahlillerim baştan sona yenilenmiş ve sonuçlandırılmıştı. İlk hastanede konan teşhis teyit edilerek yoğun bakıma alınmama karar verilmişti. Üzerimde her ne varsa, değer verdiğim veya sıradan, her şeyi naylon bir torbaya tıkıştırmış ve oğluma teslim etmiştim. Annemden dünyaya geldiğim gibi, sade bir önlükle yoğun bakım ünitesine alırlarken beni, oğlumla vedalaşmış ve aslında dünya ile ahiret arasındaki çizgiyi yaşayarak hissetmiştim. Ertesi gün, yani geçen sene bugün de sabah erkenden ameliyat için beni hazırlarlarken, masada kalma riski oldukça yüksek bir operasyona girerken teslim olabilecek miyim kaygısı yaşamıştım. Anestezi uzmanının nasıl hissettiğimi sorması üzerine, iç muhasebemi tamamladığımı ve hakkıyla teslim olabildiğimi fark etmiştim. Hayatı veren O idi ve vade dolduğunda emaneti alacak olan da ancak O olabilirdi. Amelime güvenecek durumum yoktu, ancak rahmetine teslim olmalıydım. Helallik alamadıklarım dolayısıyla bir tarafım eksik kalsa da tam teslim olduğumu fark ettim. Şükür. Ardından 6 saat süren operasyon ve aynı gün yoğun bakım servisinde cihazlara bağlı hâlde iken, gece yarısı 1,5-2 civarında hemşire hanımın sesiyle kendime geldiğimi fark etmem. Demek ki hâlâ vade dolmamıştı ve bütün kusurlarıma rağmen yeni bir hayat bahşedilmişti. İyileşme için devam eden zorlu ve altı ay süren yoğun bir süreç. Şimdi aradan bir yıl geçtikten sonra fark ettim ki, eski hâlime daha yakın hâle gelmişim. Operasyonu gerçekleştiren Prof. M. Altuğ Tuncer hoca ve ekibi başta olmak üzere Koşuyolu Hastanesinin bütün çalışanlarına sonsuz teşekkür borçluyum. Ve elbette Acil’e kaldırıldığım gece Ümraniye Medicana Hastanesi kardiyoloji uzmanı hocanın tam bir hekim anlayışıyla hastalığımı teşhis ederek Altuğ hocadan acil randevu alması ve süratle beni oraya sevk etmiş olması binler teşekkürü hak ediyor. Rahatsızlığım süresince başta hayat arkadaşım, evlatlarım ve yakın akrabalarım olmak üzere, dualarıyla ve arayıp sormalarıyla tedavimin bir parçası olan bütün dost, akraba ve ahbaba da binler teşekkür ediyorum. Duanın ne kadar önemli bir güç olduğunu bu süreçte hakkelyakin yaşadım. Rabbim yaşadığım süreci başka dostlarıma yaşatmasın diye sürekli dua ediyorum. Operasyona giden süreçte ilk yaşadığım sırt ağrım dolayısıyla hayatımda ilk defa öleceğime inandım ve bu inancımı muhafaza ediyorum. Elbette daha önce öleceğimi herkes gibi ben de biliyordum. Ölüme inanmış fertler olarak bir hayat sürmeyi Rabbim cümlemize nasip eylesin.”
AKRABAMIN VEFATINA ÜZÜLMÜŞTÜ
Diğerkâmdı, vefa ve kadirbilirlikte örnekti. Dostlarının sevinçleriyle sevinir, hüzünleriyle hüzünlenirdi. Buna uzun yıllara dayalı dostluğumuz boyunca fark etmiştim. Mesela dayımın oğlu Sadık Bedük vefat edince 7 Şubat 200 tarihinde bana şu mektubu yollamıştı: “Aziz Dost, öncelikle vefat eden dayıoğluna Allah’tan rahmet, sizlere de sabırlar diliyorum. Allah mekânını cennet etsin, taksiratını da affetsin.” Bu hassasiyetini, inceliğini, kibarlığını hep korudu. Kardeş gibi sevdiği dostlarıyla mevcut olan sıkı irtibatını hiçbir zaman kesmedi. Kalenderdi, çelebiydi, derviş yürekliydi. Dostlarının isteklerini, ricalarını asla kırmazdı. Bir gün Birlik Vakfı’nda verdiğim “Yazı Editörlük ve Medya Kursu”na konuşmacı olarak davet ettim. Öğrencilere tiyatro sanatından bahsetmesini istedim. Hiç ikiletmedi, kalktı, geldi ve mükemmel bir sohbette bulundu. Öğrenciler tiyatro ile ilgili bilmediklerini ondan öğrendiler.
BABA ANCAK BÖYLE ANLATILABİLİR
Başta dediğim gibi çok iyi ve âlim ve mükemmel bir babanın evladıydı. 27 Haziran 2018 tarihinde babası Selahaddin Hoca’yı anlattığı şu yazıyı paylaşmıştı:
“Sapasağlam bir irade, dimdik ve istikamet üzere bir hayat.
Dokuz evladın yükü üzerine, bir de hayatın ağır yükünü taşıdı, ancak kimseye muhtaç olmadan, halini sadece Rabbine arz ederek onurlu bir hayat sürdü. Şarkın sıkıntı ve zulümlerle dolu dönemlerinde bin bir zorlukla medrese tahsilini tamamladı ve üstüne müderris oldu. Çoğunluğu Batı illerinden oluşan ve sayıları binleri bulan talebeler yetiştirdi. Hem de köyün dışına erkete konduğu, jandarmanın vicdan kırıntısı taşımadığı dönemlerde. Disiplinli ve birikimini her şartta talebelerine aktaran bir eğitim mimarı idi. Dile kolay, vefatının üzerinden 14 sene geçmiş. O varken, yatağa bağlı yaşarken bile orada bir yerde var olduğunu bilmenin rahatlığını ve huzurunu yaşamışız meğerse. Vefat ettiğinde asıl yalnızlığımı ve kimsesizliğimi hissetmiştim ve aradan geçen seneler bu duyguyu perçinledi. Meğer babalar orada öyle hiçbir şey yapmadan dursalar bile arkamızda kocaman bir güç olarak dururlarmış. İlk birine bir şey danışma ihtiyacımda hissetmiştim bu duyguyu; kollarım çaresiz iki yanıma düşüvermiş ve kimsesizliğin acısını derinlerde hissetmiştim.
Evine tertemiz helal lokma getirdiğinden kendimden çok emin olduğum babamın huzur-u kalple dünyasını değiştirdiğinden ve emaneti sahibine teslim ettiğinden o kadar eminim ki. Bunca zaman ve farklı mekânda onu tanıyıp da hoşnutsuzluk belirtisi gösteren hiç kimseye rastlamadım çok şükür. Bir fani için dünyada bundan ala saadet mi olur? Bulunduğu, görev yaptığı yerde bir insan herkesle mi çok iyi münasebet kurar, herkese aynı güler yüzle mi mukabele eder ve her talebe aynı samimiyetle mi cevap verebilir? Bize belki de bıraktığı en güzel miras, tertemiz bir hayat oldu. Allah ondan razı olsun, bizlere de ona layık olabilecek bir ömür nasip etsin.
14 sene önce bugün Rahmana tevdi eylediğimiz babama rahmet dikiyorum. Rabbim cümle mevtalarımıza da rahmet eylesin.”
KEŞKE BÜTÜN YAZDIKLARI KİTAPLAŞSA
Az yazardı ama öz yazardı. Sonuçta iyi bir edebiyatçıydı ve iyi hocalardan ders almıştı. Ama pek yazma itiyadı yoktu. Belki yazıyor ama bunları yayınlamıyordu. Son zamanlarda bazılarını neşrediyor, bizi sevindiriyordu. Aşağıdaki metin onun 17 Aralık 2020 tarihinde yayımladığı çok güzel denemelerindendir. Teberrüken paylaşayım:
“Bismillah. Bismihi Teâlâ yola revan olmak içün izni ilahi ile kim bilur neler çıka önüne ne badireler, ne çileler, yokuş yollar, izbe, harabe mekânlar tutmuş ola. Yol yordam sora, araya araya kendin ifşa ede perişan ede. Değil midir ki “görmez misiniz yol üzerindeki harabeleri.” İbret ola ki düşüne taşınasuz, kendinuze gelesiz, hırdan, hırsızlıktan, katlu cinayetten ırak durasız ve dahi inkârı ilahiden reca ile tövbe istiğfar eyleyesuz. Öyle ki dinsiz imansız darı bekaya varmayasuz… Eh, tabii ki hal ehlinin malumudur, elbet bilenler bilur. Keyfi kerahetten ziyade aslı miktarı ile hemhal olup tez elden ifayı izhar etmek icab eder. Halin içinde elbet bir hal ola ki onu ancak Hüdayi hâkim, ezelin ve ebedin sahibi, bilicisi, adil olanın hükmü ilahiyesinde ifşa olacağı demi, saatı, dakikayı, saniyeyi ve dahi saliseyi temam edeceği vaktinde zuhur ider. Lakin kurtuluş ve necat için iradei ilahi mühlet irade eder. Hatalardan, günahlardan, bühtanlardan, riya ve münafıklıktan ve dahi gâvurluk ve kâfirlikten rücu ile hakikati ilahiye ye iman içun fırsatı bol olarak ihsan ederken ne saadet ola ki bu tebliği şahaneye icabet ola. Hakk Teâla imandan mahzun etmeye bizleri. Selam muttakilerin üzerine ola.”
ŞİİR GİBİ BİR HAYAT YAŞADI
Şair miydi, şiir yazar mıydı, bilmiyorum. Ama şiir gibi bir hayat yaşadı. Son demlerde bir şairin şiirini paylaştı. Bu bir ‘veda şiiri’ gibiydi. Âdeta yakınlarıyla, dostlarıyla helalleşiyor ve sonsuzluk âlemine doğru yola çıkmaya hazırlanıyordu. İnan Durak Taş’ın şiirini ben de çok sevdim ve sık sık okumaya başladım. İşte merhum Abdullah Kaplan’ın dostlarına yolladığı “Diyorum ki” başlıklı hüzün yüklü şiir:
Diyorum ki
Toplasak tası tarağı
Kapatsak telefondaki tüm hesapları
Hiç kimsenin bilmediği bir köye yerleşsek.
Küçük bir bahçesi
Bahçesinde köpeği
Yemişler dikelim fidandan
Biraz da domates falan.
Akşam erken yatıp
Sabah ezanıyla uyansak
İlk önce bahçeye inip
Çiğ düşmüş biberleri toplasak
Ağaçları sulayıp fesleğenleri okşasak
Ayağımız toprağa bassa
Gelen geçenle selamlaşsak.
Etrafımızda kuş sesleriyle
Balkonda bir kahvaltı
Kahvaltıda tereyağlı köy yumurtası
İkindi vakitlerinde asma çardağı altında
Komşularla semaverde çay sefası
Çilek kokusu getiren meltem esintileri ve
Kucaklaşan gönül sohbetleri…
Akşam olunca çeksek perdeleri
Sobayı yakıp kestane atsak
Kıvrılıp miskin bir kedi gibi yerdeki mindere
İliklerimize kadar uykuya dalsak.
Diyorum ki gitsek buralardan
Ardımızda lüzumsuz telaşlar
Heybemizde yeni huzur.
Tek derdimiz yumurtlamayan tavuk
Çürümüş domates
Çiçeğine dolu vurmuş kiraz olsa
Ne trafik gürültüsü
Ne bir yere yetişme arzusu
Tüm bu kargaşayı şehirlere bıraksak
Ağrıyan başımızı,
Yorgun ayaklarımızı alıp
Kirlenmiş ruhumuzla
Yola koyulsak…
Diyorum ki
Gitsek buralardan
Ne varsa bizi yaşamaktan alıkoyan
Arkamızda bıraksak…
“LÜTFEN HATIRALARINI YAZ”
Vefatından birkaç ay önceydi, kendisini yine telefonla aramış ve biraz yarenlik etmiştik. Bir ara kendisine nazımın geçtiği diğer dostlara söylediğim gibi dedim ki: “Hatıralarını yaz lütfen. Çok kıymetli şahsiyetlerle tanıştın, büyük olaylar yaşadın, bir döneme tanıklık ettin, bunları çocuklarına ve gelecek nesillere bir hatıra kitabı olarak bırakırsan çok iyi olur.” “İnşallah” diye cevap vermişti. Bilmiyorum yazmaya başladı mı, bir miktar hatıratı kaleme aldı mı? Çocukluk yıllarını, fakültedeki tahsil dönemini, Askeriyede geçen zorlu mesleğini, Şehir Tiyatroları hatıralarını inşallah yazmıştır. Nasip olur da onları okuyabilirsek bilmediğimiz birçok hususu öğreneceğimizi düşünüyorum.
YÜZLERDE BIRAKTIĞI TEBESSÜM: “JET İMAM”
Benim mizahla yakından ilgilendiğimi biliyordu. Üstelik kitaplarımdan da haberdardı. Onun dostlarıyla paylaştığı çok hoş bir nükte vardır. Bu yazıda ister istemez keder ve hüzün hâkim oldu. Yazının sonunu bir nükte ile bitirmek isterim. Edebiyatımızın Güleryüzü kitabıma da aldığım bu nükte şöyle:
“Teravih namazlarını çok hızlı kıldırmakla tanınan ‘Jet İmam’lar genelde Ramazan aylarında ortaya çıkarlar. Çünkü o Ramazan akşamlarında uzun teravih namazlarını hızla ve çabucak kıldırmak gerektiğine inanıyorlar. Bundan hoşnut olan da var, memnun kalmayanlar da. Kızanlar daha ziyade imamın hızına yetişemediklerini ve namazlarının eksik kaldığını düşünenlerdir. Edebiyatçı arkadaşım Abdullah Kaplan, 15 Eylül 2017 tarihinde sosyal medya hesabındaki sayfasında yazmıştı: “Eski evimizde komşu camimiz, Molla Fenari İsa Camii. Bir dönem jet imamı vardı ve teravih namazındaki gereksiz hızına binaen Molla Ferrari deniyordu.”
Vefatını 19 Nisan 20021 Pazartesi günü önce Fahri Tuna’dan sonra da oğlu Enes’ten öğrenip sosyal medya hesabımda duyurduğumda pek çok taziye mektubu ve içli satırlar yazıldı. Bu bile onun ne kadar çok sevildiğini gösteriyordu. Farklı grupların, kesimlerin muhabbetini kazanmıştı. Bir mümin olarak yaşadı, bir mümin olarak vefat etti. Ruhunu Sahibine teslim ettikten bir gün sonra Gaziantep’te Hanifi Şireci Camii’nde cenaze namazı kılındı sonra da Asri Mezarlık’ta sevenlerinin gözyaşları arasında toprağa verildi.
Abdullah Kaplan’ı anlatabilmek gerçekten güç. Mükemmel bir Nur talebesiydi ve ümmete bir gözle bakmasını biliyordu. Bunun için çok farklı gruplardan, tarikatlardan, cemaatlerden dostları, sevenleri vardı. Cenabı Allah’ın “Müminler kardeştir.” emrine uygun hareket ediyordu. Onunla ilgili düşüncelerimizin belki bir kısmını daha sonra yazmak nasip olur. Ama şu hususun altını özellikle çizmek isterim: Vefatı, kültür ve inanç dünyamız adına büyük bir kayıp oldu. İnşallah yeri dolar. Ümidim odur ki yazdıkları, hatıraları ve sohbetleri, kurucularından olduğu derneklerden biri tarafından bir anma kitabı olarak neşredilir. Bunu ziyadesiyle hak ediyordu. Rabbimden kendisine rahmet diliyorum. Ruh şad, kabri nur, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. Başta ailesine olmak üzere, bütün dostlarına, kardeşlerine ve sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyorum. Rahmeten vasia…